ÇAĞIN DİNİ KONULARI, MEZHEPLERE HAVALE EDİLEMEZ
Resulullah as’ın vefatından sonra İslam coğrafyasının genişlemesi sebebiyle alim sahabiler gittikleri yerlerde, bir taraftan İslam dinini öğretmeye ve öğrenci yetiştirmeye çalışırken, diğer taraftan meseleleri çözmek için içtihat yapmaya çalıştılar. Bu içtihatlarda/yorumlarda görüş ayrılıklarının olması doğaldı; çünkü Resulullah’ın bazı konulardaki sözleri-uygulamaları arkadaşları tarafından unutulmuş veya bilgileri dışında kalmış olması mümkündür.
Resulullah döneminde dinde ihtilaflar söz konusu değilken, özellikle hicri birinci yüzyıldan sonra Irak (Küfe) ve Hicaz (Medine) alimleri arasında pek çok konuda ihtilaflar baş gösterdi. Küfe’de Ebu Hanife daha çok rey’e (yoruma) başvururken, Medine’de de Malik bin Enes reyden çok hadislere yöneliyordu. Biri Irak ekolünü temsil ederken, diğeri de Hicaz ekolünü temsil etmekteydi. İşte bu temsiliyet, doğal olarak Müslümanları bölüyor ve kamplaştırıyordu. Buna asabiyet duyguları eklenince ayrılıklar daha da derinleşiyordu.
Hicri ikinci yüzyıldan itibaren yetişen bir çok alim, kendi görüş ve çalışmalarını düzenli bir şekilde sürdürdü. Bu çalışmalar sonucunda da birçok fakih öğrenci yetiştirerek şöhretlerini yaymaya çalıştılar. Böylece ün yapan alimlerin fetva ve içtihatları zamanla uygulanmaya konuldu. Bu uygulamalar neticesinde alimler etrafında gruplaşmalar başladı ve kimi tartışmalarda “falancanın görüşü” (Ebu Hanife’nin, Malik’in görüşü) gibi atıflarda bulunulmaya başlandı.
Hicri dördüncü yüzyıla gelindiğinde Hanefi, Maliki gibi kelimelere “mezhep” kavramı eklenerek kesin bir ayrışmaya gidildiğini, içtihatların (mezheplerin) toplumla ilişkilerinin yeni bir döneme girdiğini, müçtehit imamların öğrencileri içtihatları sistemleştirdiğini ve mezhebe bağlılık döneminin açıkça başladığını görmekteyiz. Böylece müçtehit imamlar ve taraftarlarının çalışmaları, rakabeti körükleyerek ve ayrışmayı derinleştirerek mezheplerin kökleşmesine hız kazandırdı.
Şunu da belirtelim ki, başlangıçta, bireylerin dini yaşayışlarında tek içtihada bağlı kalmaları söz konusu değilken, içtihatların mezhepleşerek kurumlaşmasından sonra bireylerin bir mezhebe bağlı kalmaları zorunlu hale getirildi. Hatta daha da ileri gidilerek, mezhebini terk edip bir başka mezhebe girenin cezalandırılması gerektiği bile savunuldu.
Gelinen noktada, taassupla hareket etme ve sistematik tutarlılığı koruma adına başka içtihatlardan yararlanma kapısı kapanmıştır. Bu taassup ve körü körüne bağlılıktan dolayı mezhepler arasında kimi yerlerde çatışmalara gidilmiş, kimi camilerde de namazlar ayrı kılınmaya başlanmış ve ayrı halkalarda dersler verilmiştir.
Resulullah’tan sonra Ebu Hanife, İmam Cafer, Süfyan es-Sevri, Abdurrahman el-Evzai, Malik bin Enes, M. bin İdris eş-Şafii, Ahmet bin Hanbel, Davud ez-Zahiri gibi birçok müçtehit imamlar yetişmişken, içtihat ve mezheplerin sadece dörde indirilip bırakılması da ayrı bir garabettir. Hatta daha da ileri gidilerek, bu dört mezhebe muhalefet gösteren kişinin İslam’dan kopabileceği de ileri sürülmüştür.
Gerçek şu ki hiçbir alim bütün konularda tam isabet sağlayamaz. Bir konuda Ebu Hanife’nin görüşü isabetli olurken, bir başka konuda Şafii’nin görüşü daha isabetli olabilir. Yine bir konuda İmam Maturidi’nin görüşü isabetli olurken, bir başka konuda Eşari’nin görüşü isabetli olabilir. O bakımdan, bütünüyle birine bağlı kalmak, akıl ve ilim adına kabul edilemez.
Bilinmelidir ki başlangıçta doğal olarak ortaya çıkan ve Müslümanların meselelerini çözmeye çalışan alimlerin görüşleri, zamanla taassuba ve taklitçiliğe kurban edilmiştir. Bu taklitçilik nesilden nesile devam edip gelmiştir. Gelen her yeni nesil, sürekli öncekileri takdir etmiş, onları yüceltmiş ve kompleksten kendilerini kurtaramayarak onlara uymuştur. Bazen taklitçiliğe karşı olanlar olmuşsa da onlar da kısa zamanda harcanmıştır. Yeni içtihatlara pek fırsat verilmemiştir ve sonuçta içtihat kapısı kapatılarak çivilenmiştir. Yeni ortaya çıkan dini meselelere, yeni içtihatlarla çözüm getirilmesi gerekirken, sürekli önceki içtihatlarla çözüme gidilmeye çalışılmıştır.
O da doğal olarak pek çözüm olamamıştır ve Müslümanların sorunları artmıştır.
Şunu açıkça belirtelim ki, mezhepleri dinin yerine koymak, onları vazgeçilmez kabul etmek ve eleştiriden uzak tutmak, din adına bir felakettir. Böyle bir yaklaşım, dini belli bir dönemin veya belli bir bölgenin varlığı haline getirir ki bu da son derece yanlıştır. İslam adına böyle dondurulmuş, statüko haline getirilmiş bir din anlayışını kabul etmek imkansızdır. Şartlar ve gelişmeler her zaman yeni sorunlar ortaya çıkarmaktadır ki, o sorunlar da Kur’an, akıl ve bilim ışığında çözülmelidir. Aksi takdirde dondurulmuş bir hayat ve dondurulmuş bir din ile karşılaşırız ki oda Müslümanları ciddi anlamda sıkıntıya sokar.
Netice olarak şunu belirtelim ki, bilim ve teknolojinin zirvede olduğu çağımızda, din ile ilgili soru ve sorunlar, geçmiş mezheplere, hatta bir alime bırakılmayacak kadar önem arz etmektedir. Onlar, çağlar boyu birikmiş soru ve sorunları çözecek güçte değildir. Dolayısıyla her konuda, uzmanlar bir araya gelip, vahiy ve aklı merkeze alarak meseleleri çözüme kavuşturmalıdırlar. Bunu yapmadıkları sürece, din ile ilgili soru ve sorunlar bitmeyecek ve dinden uzaklaşmaların önüne de geçilmeyecektir.
“Biz bu Kitap’ı, hakkında ihtilafa düştükleri şeyi açıklayasın ve iman eden bir topluma da doğru yolu gösteresin diye sana indirdik.” (Nahl, 64)
Selam ve sağlık dileklerimle…. BEŞİR İSLAMOĞLU 25.06.24
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Hikmet Akademisi'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.