Abdullah Öcalan kuşağı büyük ölçüde toplumsal/siyasal sorunların silahla çözümleneceğine iman etmiş bir kuşak. Che Guevara’dan Frantz Fanon’a, Yaser Arafat’tan Selamet Haşimi’ye kadar birçok ismin içerisinde Marxistler de var İslamcılar da. Kurtuluş savaşçıları, ulusalcılar ve devrimciler de. Birçoğu yarı yolda kalsa da amaçlarına ulaşan da oldu. Silahı asla bırakmayanlar kadar buna tövbe edenler de.
Öcalan tarafından kurulan Kürdistan İşçi Partisi (PKK), ideolojisine rağmen işçilerden çok köylülüğe dayandı ve proleter kültürün oldukça uzağındaki bir halkı proleterlikten çok savaşçılığa çağırdı. Feodal bir toplumsal yapı içerisinde doğal olarak sınıfsal bir mücadeleden ziyade devlete karşı olduğu kadar feodalizme karşı da gerilla mücadelesini esas aldı. Kırk yılı aşan geçmişinde Türkiye gibi güçlü bir orduya sahip bir ülke karşısında varlığını korudu ve bu açıdan dünyanın en güçlü direniş hareketlerinden birisini oluşturdu. Büyük ölçüde muhafazakâr ve dindar olan bir halka seküler ve sosyalist bir bilinç kazandırdı. Ulusal bağımsızlık anlayışının giderek önemini kaybettiği küresel bir süreçte sürdürdüğü ulusal bağımsızlık gibi bir amaca ulaşılamadıysa da, dünyanın dört bir yanına dağılan Kürtlere enternasyonal bir mücadele bilinci kazandırdı.
Marx’tan çok Lenin’in ve hatta Stalin veya Mao’nun birikiminden yararlansa da bugün, geldiğimiz noktada şunları söylemekte: PKK, tarihin en yoğun şiddet yüzyılı olan 20. asrı, iki dünya savaşı, reel-sosyalizm ve dünya genelinde yaşanan soğuk savaş ortamları, Kürt realitesinin inkârı, başta ifade olmak üzere özgürlükler konusunda yasaklardan kaynaklı oluşan bir zeminde doğmuştur.
Evet, insanlığın en ileri felsefi ve bilimsel seviyeye ulaştığı çağımız, aynı zamanda en aşırı şiddet patlamasının da yaşandığı bir çağ. Ne yazık ki bu çağa ışık tutan, Gandi ve Abdülgaffar Han gibi silahlı mücadeleyi reddeden bir aklı başındalıktan çok Stalin ve Mao gibi kitlelerin ancak şiddetle eğitilebileceğini varsayan bir anlayış oldu ve maalesef Öcalan da mücadelesinde bu çizgiyi esas aldı.
Ama özellikle cezaevi yıllarında, farklı kaynakları da okudu. Bakışını Fanon’dan Murray Bookchin’e de yöneltti. Böylece ulusal ya da Marxist bir devlettense demokratik federalizm gibi bölgenin yapısına daha uyarlı siyasetleri de dikkate almaya başladı. Bir açıdan barışa çağrı, öteki açıdansa bir özeleştiri olan barış bildirisinde, biçimci yaklaşımlardansa meselenin özüne, bölgesel ve tarihsel gerçeklikten hareket eden yeni bir yaklaşımın imkânına dikkat çekmekte: Demokratik toplum ihtiyacı kaçınılmazdır. Cumhuriyet tarihinin en uzun ve kapsamlı isyan ve şiddet hareketi olan PKK’nin güç ve taban bulması, demokratik siyaset kanallarının kapalı olmasından kaynaklanmıştır. Kimliklere saygı, kendilerini özgürce ifade edip, demokratik anlamda örgütlenmeleri, her kesimin kendilerine esas aldıkları sosyo-ekonomik ve siyasal yapılanmaları ancak demokratik toplum ve siyasal alanın mevcudiyetiyle mümkündür.
Bölgesel ulusallıkların cenderesine kıstırılmış olan Kürtler, dört parçalı bir coğrafi dağılımda eyalet, federasyon, özerklik ve parlamenter sisteme katılım gibi farklı siyasal sosyolojilerle bölünmüş durumdalar. Esasında onları baskılayan tüm yetersizlikler, madunu oldukları ülkelerin de önünü tıkayan ve onları da güdükleştiren bir yerellikle malul. Kürtler, maruz bırakıldıkları bu mücadele çeşitliliklerinin öğreticiliğiyle, belki kendi egemenlerine de yol gösterecek bir bilgeliği de damıtmaktalar.
Nitekim kısa da olsa özlü bir küresellik eleştirisiyle birlikte, buna dair imaları görmek de mümkün satır aralarında: Sistem arayışları ve gerçekleştirmeler için demokrasi dışı bir yol yoktur. Olamaz. Demokratik uzlaşma temel yöntemdir.Türkiye’nin tıkandığı nokta da burası değil mi? Yüz yıl öncesinin Kemalist Cumhuriyetinin bir türlü demokratikleştirilememesi yani çoğulcu ve katılımcı bir toplumsallaşmayı mümkün kılamaması değil mi?
Aşırı milliyetçi savruluşunun zorunlu sonucu olan; ayrı ulus-devlet, federasyon, idari özerklik ve kültüralist çözümler, tarihsel toplum sosyolojisine cevap olamamaktadır, derken, mevcut durumun eleştirisinden yola çıkarak daha kapsamlı bir yöne dikkat çekilmekte değil mi? Ve bu, sadece yerel gerçekliğe değil, bu gerçekliği kendi körlüğünde boğmaya çalışan küreselliğin icbarına karşı da bir uyarı değil mi?
Bin yıllık bir tarihsel ittifakın tıkandığı bu nokta, yani kapitalist modernitenin son 200 yılı, bu ittifakı parçalamayı esas gaye edinmiştir. Etkilenen güçler, sınıf temelleriyle birlikte buna hizmeti esas bellemişlerdir. Cumhuriyetin tek tipçi yorumlarıyla birlikte bu süreç hızlanmıştır. Günümüzde çok kırılgan hâl alan tarihsel ilişkiyi, kardeşlik ruhu içinde inançları da göz ardı etmeden yeniden düzenlemek esas görevdir.
Bu tıkanmaları silahla aşmaya çalışmanın gerçekte o aşılmaya çalışılan kapitalist moderniteye ve onların patronajına yani kapitalizmin en kârlı unsuru olan silah sektörüne destek vermek anlamına da geldiği yaşadığımız yüz yıllık tecrübeyle aşikâr değil mi? Son Gazze savaşından sonra bu tikel sorunlardan yola çıkarak bölgesel yazgının daha derinlemesine düşünülmesinin ihtiyacı oldukça acilleşirken, savaşın öğreticiliğinden siyaseti besleyen cezaevindeki okumalarına kadar Öcalan’ın satırlarına damıttığı, aslında, tüm bölge halklarının muhtaç olduğu bir bakış ve anlayış genişlemesi.
Kim ne derse desin bu asla bir yenilgi beyanı değil; onurlu bir çıkış, bilgece bir barış çağrısıdır. Bundan sonrası ise doğal olarak örgüt kadar iktidarın atacağı adımlara, Kürtler kadar Türk tarafının da izanına ve özverilerine bağlı. Örgütün silah bırakması ne kadar önemliyse, devletin de hukuk ve demokrasi konusundaki atacağı adımlar, sadece Kürtleri ve Türkleri değil, tüm bölge ülkelerini de etkileyecek ve yeni bir bakışa, tutuma ve çağa taşıyacak adımlar olacak.
Kuşkusuz ki bu çağrının satırları bir ihtiyaca binaen ve oldukça zorlu bir mücadele sürecinden damıtılmış, mürekkepten çok kanla beslenmiş satırlar. Ama bu deneyim bize artık kan ile kazanabileceğimiz bir şey yok, dikkatimizi asıl ihtiyacımız olan bilgeliklere vererek mücadele biçimlerimizi barışçıl, medeni ve demokratik yollara yöneltelim demekte. Savaşı değil de barışı esas alan bu bilgelik kuşkusuz ki barıştan, sorumsuz bir asudeliği anlamakta değil. Öyle bir barış ki cihad kavramının da özgüllüğünü toplumsal bilinç ve üretkenliğe yöneltebilsin ve oradan tarihin en önemli devrimlerinin yaşandığı bu bölgeyi kansız devrimler yoluyla yeni bir bilince, düşünümselliğe, kardeşliğe ve umuda götürebilsin.
Yazının orjinali için bakınız:https://farklibakis.net/yazarlar/umit-aktas-yazdi-ocalanin-cagrisi/
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Hikmet Akademisi'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
ÖRGÜTÜN LAGV EDİLMESİNİN ÖNÜNDEKİ EN BÜYÜK ENGEL: SÜRECİN UZAMASI