“Allah’in yani sira “evliya” edinenlerin durumu, kendisine ev edinen disi örümcegin durumu gibidir. Kuskusuz evlerin en dayanaksizi, disi örümcegin evidir. Keske bunu kavrayabilselerdi.” (29/41)
Daha önceki yazilarimizda, tasavvuf ilminin ortaya çikisi, gelismesi ve zamanla nasil yozlasarak rayindan saptigi ile ilgili örnekler vermistik.
Bugünkü yazimizda da tarikatlarin siyasallasmasi, ticarete dalmasi ve STÖ’lere dönüsmesi üzerinde duracagiz.
Selçuklular döneminden itibaren tarikatlar, cemaatlere dönüserek, hem toplumsal ve hem de siyasal alanda güçlenmeye basladilar. “kazan, kazan” sistemiyle onlar yöneticilerden yararlanmaya çalisirken, yöneticiler de onlardan yararlanmaya çalistilar.
Bilindigi gibi, Osmanli devleti, tarikat kurumlarinin ve tasavvuf ehlinin desteklerini alarak kurulmus, yikilisina kadar beraber olmustur. Padisahlar tarikatlara bagli oldugu gibi, Seyhülislam makaminda olanlar ve diger ulema da tarikatlara bagliydilar.
Osmanli Devletinde yöneticiler, tarikatlara/cemaatlere vakiflar kurdurtarak destek verirken, cemaatler de fetvalariyla, reyleriyle destek sagladilar. Böylece vakiflar araciligiyla tarikatlarin dergahlari hizla zenginleserek devasa binalara dönüstü. Bu durum vakif-tekke iliskisinin çarpiklasmasina ve istismarlara sebep oldu. Vakiflarin sömürüye alet edildigini gören Fatih, büyük kismini devletlestirirken, II. Bayezid, yapilan israrlara direnemeyip devletlestirilen vakiflari tekrar sahiplerine geri vermistir.
Osmanli devletinde ittihatçi kadrolar iktidara gelinceye (1908) kadar, tarikat ve cemaatler “kazan kazan” sistemiyle yollarina devam ettiler; ancak bu tarihten itibaren devlet ile tarikatlarin/cemaatlerin arasi açildi. Cumhuriyetin kurulusundan sonra tarikatlar, tekke ve zaviyeler kapatildi; medrese ve vakiflar ise, Tevhidi tedrisata dönüstürüldü.
Tarikat adi altindaki yasaklar 1950’lere kadar devam etti. Bu tarihten sonra iktidara gelen merkez sag partiler, tarikat ve cemaatlerin önlerini açarak destek verdiler; tarikat ve cemaatler de o partilere destek verdi. Kanunen yasaklar kalkmamis olsa da tarikat ve cemaatler siyasal iktidarlardan ve toplumdan gördükleri destek sayesinde yeniden mesruiyet kazandilar.
1950’lerden günümüze dek, tarikat ve cemaatler, siyasal ve toplumsal alanda gördükleri destekle teblig, irsat, tedris, terbiye gibi faaliyetlerine devam etmislerdir. Özellikle son 20 yilda siyasi iktidardan destek ve himaye görerek faaliyetlerini katlayarak sürdürmüslerdir.
1950 sonrasi tarikatlarin, belirgin bir sekilde cemaatlere ve sivil toplum örgütlerine (STÖ) evrildigini rahatlikla söyleyebiliriz. Bir taraftan STÖ’lere evrilirken, diger taraftan, siyasal ve ekonomik alanlara kaymaya ve dolayisiyla iktidar ve kazanç pesinde kosmaya basladilar. Bunlarin tipik örnegi FETÖ’dür.
Türkiye ekseninde tarikat ve cemaatlerin geldigi yer, -din üzerinden rant saglayarak- siyasallasmak, sirketlesmek, ticaret ve kazanç saglamak olmustur. Elbette siyaset ve ticaret yapmak her insanin hakkidir; ancak siyaset, ticaret ve kazanç pesinde kosmak istiyorlarsa, dini basamak olarak kullanmaktan, tarikat ve cemaat olma iddiasindan vazgeçmeleri gerekir. Bilinmelidir ki din-Allah-peygamber üzerinden rant saglamaya çalisan ve bu degerleri istismar araci olarak kullanan kimseler asla huzur bulamayacaklardir. Bu istismarin vebali agir olacaktir.
Baslangiçta “Allah'i tanimak, kendini Allah'in yoluna adamak, Allah'tan uzaklastiran dünyevi islerden uzak durarak kendini uhrevi hayata hazirlamak” misyonuyla baslayan tasavvuf/tarikat hareketinin, -artik bugün- misyonundan uzaklasarak siyasallastigina ve holdinglestigine sahit olmaktayiz. Önemli bir kisminin, din/hizmet adi altinda -din ticareti yaparak- halkin dini duygularini istismar ederek onlarin sirtindan servetlere, fabrikalara, is merkezlerine, otellere, kaplicalara, okullara, yurtlara, yayinevlerine, dergilere, gazetelere sahip olduklarini ve karun gibi yasadiklarini görmekteyiz.
Uhrevi hayati kazanmaktan, dünyevi hayati kazanmaya evrilen tasavvuf/tarikat hareketi, artik toplumda güvenini bütünüyle kaybetti. Artik tarikat ve cemaatler denilince, insanlarin aklina din ticareti, servet, konfor, torpil, aracilik, kurumlara sizma, müteahhitlik vs. gelmektedir. Tarikat ve cemaat misyonuyla örtüsmeyen bu olumsuz icraatlardan kurtulmalari artik kolay olmayacaktir.
6.cisini yazmakta oldugumuz “tasavvuf ilmi ve tarikat dinciligi” konusunu, kisa bir özetle sonlandiralim.
Öncelikle bilinmesi gerekir ki “din” konusulacak ise, mutlaka Kur’an ve onu anlayan elçi ve akil merkezde olmalidir. Hangi alanda faaliyet gösterecekseniz gösterin, mutlaka Kur’an’in ögrettigi ahlak ve ilkelere sahip olmak zorundasiniz. Iste Tasavvuf/Tarikat hareketi, Kur’an ve onun muhatabi olan akil yerine, kesf, ilham, rüya, keramet, rabita hurufilik gibi gnostik kaynaklar üretip onlarla yola çikinca, baska inançlara sapti ve yeni bir “amentü” icat etti.
Tarikat dinciliginin yeni amentüsü su esaslardan olusmaktadir:
1.Vahdeti Vücut inanci (la mevcude illallah)
2. Nuru Muhammedi inanci
3. Hulul ve Zuhuriye inanci
4. Tenasuh inanci
5. Velayet inanci
6. Rabita inanci
Bu batil inançlarla ilgili gerekli açiklamalari daha önce yapmistik. Bu inançlara sahip olan mutasavviflarin, hem Allah ve hem de elçisi Muhammed as ile iletisim halinde oldugu, onlardan gerekli bilgileri aldigina inanilir. Oysa “Allah, bir insanla ancak vahiy yoluyla veya bir elçi göndererek ona diledigini vahyeder.” (Sura, 51) Binaenaleyh, -son elçi geldigine göre- artik “din/mesaj gönderme” anlaminda Allah hiç kimseyi muhatap almamaktadir. Vahiy/kitap, tamamlanarak mushafta yerini almistir.
Nebi/resul as da her insan gibi vefat etmistir. (Zümer,30) Artik dirilis gününe kadar hiç kimseyle görüsmesi söz konusu degildir.
(NOT: Tasavvuf/tarikat paradigmasiyla ilgili yazdigimiz bu alti yaziyla ilgili inanç ve düsünceleri kabul etmeyen ve “biz bütünüyle Kur’an mesajlarini dikkate alarak hareket ediyoruz” diyen bir tarikat çikarsa, onu takdir etmek boynumuzun borcu olsun.)
Selam ve muhabbetlerimle… BESIR ISLAMOGLU
(Bu yazida yer alan fikirler yazara aittir. Hikmet Akademisi’nin bakis açisini yansitmayabilir.)