Tasavvuf/tarikat gelenegindeki sapmalardan biri de “bazi zatlarin vefatlarindan sonra da tasarruflarinin devam ettigi” inancidir. Bu inancin sahipleri Abdülkadir-i Geylani’yi baskösede oturturlar. Bu inancin dayandigi temel argüman, "Islerinizde saskinliga düstügünüz zaman kabir ehlinden yardim isteyiniz" rivayetidir.
Nebi as’a nispet edilen bu rivayet, hiçbir hadis kaynaginda yer almaz. 1676-1749 yillarinda Sam’da yasamis olan Acluni’nin “Kesf’ul-hafa” adli eserinde geçen uydurma bir rivayettir. Acluni, o kitabi halk arasinda hadis diye bilinen sözlerin dogru olani ile asilsiz olanini ayirmak için yazdigi bilinmektedir.
Ehli tasavvufun ekseriyeti, evliya/aziz bildikleri seyhlerinin, her zaman ve her yerde keramet ve tasarruf sahibi olduklarini göstermek için, Allah’tan korkmadan, Nebi as’dan utanmadan bu uydurma rivayeti rahatlikla alip kullandilar. Halbuki ayni Nebi, kendisine atilacak iftiralar hakkinda insanlari söyle uyarmisti: “Kim, söylemedigim bir sözü bana isnat ederek naklederse, cehennemdeki yerine hazirlansin.” (Buhari, Ilim)
Ibn Teymiye, Nebi as’in hadislerini iyi bilen ulemanin ittifakiyla, bu sözün yalan oldugunu ve sirk kapisini açan biri tarafindan uyduruldugunu -Nebi’ye atilmis bir iftira oldugunu- belirtir.
Hadis diye uydurulan bu sözün Arapçasinda “istiane” kelimesi geçer. Fatiha suresinde de geçtigi üzere (iyyake nastain), istiare, sadece Allah’tan istemektir. Allah’tan baskasindan istianede bulunmak, yani yardim istemek sirktir.
Allah’in yani sira (mindunillah), baskalarindan yardim talebinde bulunma, Allah’in yetki ve tasarrufunu baskalariyla paylasma (sirk) ile ilgili onca Kur’an’in uyarilarina ragmen, Nebi as, “kabir ehlinden istianede bulunun” der mi? Elbette demez. Peki bu ne cür’et, bu ne sapkinlik?
Maalesef, insanoglu, tarih boyunca elçilerin, Allah’in getirdigi ögretilerle yetinmemistir. Hangi elçiye bakarsaniz bakiniz, getirdigi ögretiler ölümlerinden sonra tahrif edilmis, degistirilmistir. Allah kendilerine yetmemis olacak ki, hahamlarini, ruhbanlarini, din adamlarini, evliya bildiklerini, önderlerini kendilerine daha yakin görmüs, Allah’in yanina yerlestirmis ve sikistiklari zaman da onlardan yardim talebinde bulunabilmislerdir.
Kur’an’in indirildigi yillarda “Allah’in yaninda baska ilahlar edinme” lüksü/inanci toplumda –bugünkü gibi- bütün sevkiyle devam etmekteydi. Bunun üzerine Allah, kendisine ortak kosanlari, elçisi Muhammed (as) üzerinden siddetle söyle uyardi:
“De ki: “Allah’in yani sira yalvardiklariniza bir bakin bakalim! Onlarin yeryüzünde yarattiklari bir sey var mi; varsa, bana gösterin! Yoksa göklerin yaratilisinda onlarin bir ortakligi mi var? Eger dogru söylüyorsaniz, daha önce gelmis bir kitap, ya da bilgi kirintisi getirin bana!
Allah’in yani sira, kiyamet gününe kadar kendisine cevap veremeyen ve edilen dualardan haberleri olmayana yönelen kimseden daha sapkin kim olabilir?” (AHKAF 4,5)
Allah, “daha sapkin kim olabilir” buyurmasina ragmen, birilerinin kalkip kendi emelleri için Nebi as’i kullanarak ve “kiyamet gününe kadar kendisine cevap veremeyen ve edilen dualardan haberleri olmayanlardan” yardimda bulunmasi hangi akilla ve hangi imanla izah edilebilir? Bu inanç ve tutuma sahip olanlar, -hangi tarikat ve cemaatte olursa olsunlar- Allah’i geregi gibi tanidiklarini asla söyleyemezler.
Evet, Allah’i geregi gibi tanimayanlar, O’nun yetki ve tasarrufunu rahatlikla baskalariyla paylasabilmektedirler. Öyle ki mezarlarda yatan kimi insanlarin da tasarruf sahibi olduklarini ve dolayisiyla onlardan yardim istemenin mesru oldugunu dile getirdiler. Oysaki Allah, bu konuda söyle talimat vermektedir:
“Yoksa darda kalanin çagrisina karsilik veren, kötülügü gideren ve sizi yeryüzünün halifeleri kilan (Allah’tan baskasi) mi var? Allah ile birlikte baska ilah öyle mi! Hiç mi ögüt almiyorsunuz”! (NEML 62)
Ey insanlar! Allah’in yani sira kulluk ettikleriniz, kesinlikle bir sinegi bile yaratamazlar. Degil yaratmak, sinek onlardan bir sey kapsa, onu bile kurtaramazlar. Isteyen de istenen de acizdir.
Onlar, Allah’i geregi gibi taniyamadilar. Kuskusuz Allah, mutlak güç ve tasarruf sahibidir.” HAC; 73,74)
Bilindigi gibi sirk kosmak, Allah’i yok saymak degil, geregi gibi tanimamak demektir. Allah, ancak Kur’an ayetlerinden dogru taninir. Kur’an ayetlerinden degil de baska kaynaklardan O’nu tanimaya çalisanlar, ne O’nu, ne de dinini anlayamazlar. Anlamadiklari zaman, Allah’in yani sira baska dostlara (aracilara) yönelirler ki kendilerini Allah’a yaklastirsinlar. Halbuki yöneldikleri kimselerin, birakin baskalarina yardimlarini, kendilerine bile faydalari olmayacaktir.
“Iyi bilin ki, halis din yalniz Allah’indir. O’nun yani sira dostlar edinenler, “Biz onlara sadece, bizi Allah’a daha çok yaklastirsinlar diye ibadet ediyoruz” diyorlar. Süphesiz Allah, ayriliga düstükleri seyler konusunda aralarinda hüküm verecektir. Süphesiz Allah, yalanci ve nankör olanlari dogru yola iletmez.” (ZÜMER 3)
“Dirilerle ölüler bir degildir. Kuskusuz Allah, dileyene duyurur. Sen mezarlarda olana asla duyuramazsin.” (FATIR 22)
Bu ayette, bedenen degil de manen ölmüs olanlar kast edilmis olsa da “bedenen ölmüs olanlar” üzerinden bir anlatim, mezardakilerin asla bir sey duyamaz hale geldiklerini belirtir. Yani, nasil ki bedenen ölenler asla kimseyi duyamiyorlarsa, bedenen yasadiklari halde manen ölenler de duymazlar veya duymak istemezler.
“De ki: “Göklerde ve yerde gaybi Allah’tan baskasi bilemez. Onlar öldükten sonra ne zaman diriltileceklerinin de farkinda degildirler.” (NEML 65)
Evet, ölüm Allah’in bir kaderi, bir kanunudur. Her canli saati geldiginde mutlaka ölecektir. Ölenler, kiyamet/dirilis gününe kadar yoklar ve asla kimseyi duymazlar, dünyada olup bitenlerden de habersizdirler. Bu kanun, Nebi as da dahil, tüm insanlari kapsamaktadir.
“(Ey Muhammed!) Süphesiz sen öleceksin ve süphesiz onlar da öleceklerdir. Kiyamet günü hepiniz Rabbinizin huzurunda muhakeme edileceksiniz.” (ZÜMER 30, 31)
Hülasa, Resulullah as’in vefatindan sonra, Kur’an’in yani sira rivayetlere agirlik verilerek Kur’an islevsiz hale getirildi. Allah’in dini tahrif edildi. Hristiyan ve Yahudilerde oldugu gibi “Kitap”in adi kaldi. Müslümanlar da -onlar gibi- bir nevi “Ehl-i Kitap” derekesine düstüler. Kitap, metin olarak tahrif olmadi, amma Kitap yerine rivayetler hakim oldu. Kur’an, rivayetlerin gölgesinde kaldi ve “din” karmakarisik bir hale dönüstürüldü.
Bu durum, hem Sia’da, hem de Ehl-i sünnet firkasinda isim yapmis imam ve mesayih-i kiram (!) kutsanarak masum hale getirildi. Tarihteki bu zatlar, sadece dini meselelerde fetvalarina basvurulacak kimseler olarak görülmedi; ayni zamanda bunlar, Allah’in yani sira endad (esler, ortaklar) mertebesine çikartildi ve sonunda denildi ki "Islerinizde sikistiginiz ve saskinliga düstügünüz zaman kabirde bulunan bu zevattan yardim isteyiniz; onlar sizi duyar ve yardimlariniza da yetisirler!” Iste, Kur’an’in yerine ikame edilen rivayetlerin/dinin getirdigi nokta budur.
Sirk batakligina karsi Ibrahim elçinin (as), “tevhit manifestosu”nu dile getiren SUARA suresinin (72-82) ayetleriyle sonlandiralim:
“Ey Kavimim! Kulluk ettikleriniz sizi duyuyorlar mi veya size bir yarar ve zarar verebiliyorlar mi? Onlar, hayir; ancak biz atalarimizdan böyle gördük” dediler. Ibrahim, “Taptiklariniz benim düsmanlarimdir. Benim velim, sadece alemlerin Rabbi olan Allah’tir. Beni yaratan ve bana dogru yolu gösteren, bana yediren ve içiren, hastalandigimda da bana sifa veren, benim canimi alacak ve sonra diriltecek olan, hesap, mükafat ve ceza gününde, hatalarimi bagislayacagini umdugum ancak O’dur.
Selam ve muhabbetlerimle… BESIR ISLAMOGLU
(Bu yazida yer alan fikirler yazara aittir. Hikmet Akademisi’nin bakis açisini yansitmayabilir.)