TEDEBBÜR

D-B-R fiil kökünden türeyen tedebbür lügatte; bir işin akıbetini düşünüp, taşınmak, hakikati düşünme, tefekkür vb. manalara gelmektedir.(Rağı b, el-Isfehani, el-Müfredat, s.164 - 165). Kur'an-ı Kerim'de tedebbür ile ilgili dört ayet bulunmaktadır:
TEDEBBÜR
Hüseyin KUBAT
Hüseyin KUBAT
Eklenme Tarihi : 2.03.2025
Okunma Sayısı : 41

TEDEBBÜR 

D-B-R  fiil kökünden türeyen tedebbür lügatte; bir işin akıbetini düşünüp, taşınmak, hakikati düşünme, tefekkür vb. manalara gelmektedir.(Rağı b, el-Isfehani, el-Müfredat, s.164 - 165). Kur'an-ı Kerim'de tedebbür ile ilgili dört ayet bulunmaktadır: Kur'an'ı düşünmüyorlar (yetedebberune) mı? Eğer (o) Allahtan başkası tarafından (indirilmiş) olsaydı, onda birbirini tutmaz çok şeyler bulurlardı.(Nisa, 4/82). Kur’an’a inanmayanAllah ve Rasûlüne itaat etmeyen gayri müslimlerin Kur’an üzerinde düşünmeye davet edilmeleri iki önemli gerçeğe dayanmaktadıra). Kur’an’ın eşsizliği (i‘câz) inancı, bir bilgi ve hidayet kaynağı olarak öneminin anlaşılıp tasdik edilmesi yalnızca müminlerin –imana dayalı– sübjektif değerlendirmelerine bağlı ve bunların sonucu değildir. Normal, akla ve mantığa sahip her insan düzgün düşündüğü ve Kur’an’ı peşin hükümsüz incelediği zaman bu sonuca varacaktır. b).Kur’an’ı Allah’tan alıp tebliğ eden Rasûlullah ona güvenmektedir. Herkese onu sunarak incelemelerini, onun Allah’tan olduğuna aklen hükmettikten ve vicdanen kanaat getirdikten sonra inanmalarını istemektedir. Bunu açık ve net bir şekilde herkesten isteyebilmektedir; çünkü Kur'ân da hiçbir tutarsızlık ve çelişki yoktur.

Kur’an-ı Kerîm yaklaşık yirmi üç yıl içinde gece ve gündüz, kışın ve yazın, hazarda ve yolculukta, sıkıntıda ve rahatlıkta, darlıkta ve bollukta, savaşta ve barışta parça parça gelmiştir. Muhtevası fevkalâde zengin ve çeşitlidir. İnsan ve insaniyetle ilgili her konuya, varlığın başlangıç ve sonuna, yaratılış ve yok edilişe, ahlâkî erdemlere, fert ve cemiyet olarak insanla ilgili kurallara ve kanunlara, tarihî olaylara, kıssalara temas etmekte, insanları eğitmeye yönelik öğüt ve ibret tablolarına yer vermektedir. Buna rağmen onun ne üslûbunda (eşsiz ifadesinde, edebî seviyesinde) ne de temas ettiği konular, getirdiği hükümler ve verdiği bilgiler arasında bir tutarsızlık, bir çelişki ve –kaynak farkı düşüncesine götürecek– bir farklılıkvardır. İnansın inanmasın düz mantıkla düşünen herkesin Kur’an’ı inceleyerek ulaşabileceği bu sonuç, onun Allah’tan geldiğinin reddedilemez bir delilini teşkil etmektedir. Şu halde onun davetini kabul etmeyenlerin bu tavır ve kararları, akıl muhakemesinden ve bilgiden ziyade kökleşmiş peşin hükümlere, beşerî zaaflara, aklıselimin işleyişini engelleyen duygu ve tutku hâkimiyetine dayanmaktadır. Nitekim “Kur’an’ı okuyup düşünmezler (yetedebberune)  mi? Yoksa kalpleri üzerinde kilitleri mi var!” (Muhammed 47/24) meâlindeki âyet, sağlıklı düşünmeyi engelleyen bu psikolojik etkenleri daha canlı bir biçimde vurgulamaktadır. (Kur'anYoluTefsiri)

Onlar o sözü (Kur'an'ı) iyice düşünmediler (yetedebberu) mi, yoksa onlara, ilk atalarına gelmeyen bir şey (bir elçi ve kitap) geldi diye mi (böyle davranıyorlar)? (Müminun,23/68). Burada Kur’an-ı Kerîm’e ve Hz. Peygamber’e inanmayı gerekli kılan üç nokta üzerinde durulmaktadır: a). Kur’an, iyi niyetli insanların kabul edebileceği bir mâkullük (akla uygunluk) taşır; insanların aklına, sağduyusuna, vicdanına hitap eder; dolayısıyla art niyetli ve ön yargılı olmayan her normal insan, Kur’an üzerinde sağlıklı ve yeterli ölçüde düşündüğünde, incelediğinde onun ortaya koyduğu iman esaslarını ve hayat programını rahatlıkla kabul edebilir. Bu sebeple âyette putperestler Kur’an üzerinde düşünmemekle suçlanmışlardır. b). Kur’an, insanlığın o güne kadar hiç bilmediği, duymadığı şeyler söylemiyor; aksine o, önceki peygamberlere bildirilen evrensel gerçeklerden söz edip geçmiş peygamberlere dair bilgiler veriyordu; Araplar’ın atası olan Hz. İsmâil de bu peygamberlerdendi; ayrıca Kur’an’ın geldiği dönemde bile Araplar arasında hâlâ Hanîfler diye anılan inançlı ve erdemli bir topluluk bulunuyordu; dolayısıyla Hz. Muhammed’in bildirdiği dinin, başta tevhid akîdesi olmak üzere temel ilkeleri Araplar için büsbütün bilinmeyen konular değildi. c). Mekke toplumu, kırk yıldır aralarında yaşayan Hz. Muhammed’i yakından tanıyor, hem zihinsel hem de ahlâkî yönden kendisini takdir ediyor, güvenilir bir kişi (el-emîn) olarak niteliyorlardı. Bu durumda peygamberlik geldikten sonra ona “yalancı, cin çarpmış” gibi isnatlarda bulunmaları, altında çıkarcı duygu ve maksatlar yatan birer iftiradan başka bir şey olamazdı. 

(Bu Kur'an), çok mübarek bir kitaptır. Onu sana indirdik ki ayetlerini düşünsünler (liyedebberu) ve akl-ı selim sahipleri öğüt alsınlar. (Sad, 38/29). Allah Teâlâ peygamberine kutsal kitabı Kur’an-ı Kerîm’i göndermiştir ki insanlar onu okuyup dinleyerek âyetleri üzerinde düşünsünler de doğru inanca ulaşmanın, erdemli ve yapıcı işlerle meşgul olmanın nihaî anlamda kendileri için tek kurtuluş yolu olduğunu anlasınlar. “Kur'an', düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri üzerinde kilitleri mi var? (Muhammed, 47/24). Kalp kelimesi Kur’an’da “akıl ve sağduyu” mânalarında da kullanılmaktadır. Kur’an insanlara doğru yolu gösteriyor, ancak ondan yararlanabilmek için peşin hükümlerden, kökleşmiş inançlardan, dengeyi bozan kin ve nefret gibi duygulardan kurtularak Kur’an’ı okumak, dinlemek ve üzerinde düşünmek gerekiyor. Kalplerinin üzerinde kilitler bulunan kimselerden maksat, şartlanmışlık ve peşin hükümler yüzünden akıllarını doğru kullanamaz hale gelmişolanlardır.

Görüldüğü gibi Kitap/Kur'an üzerinde düşünmek, tefekkür etmek için "tedebbür" kelimesi kullanılmıştır. Tedebbür lügatte; bir işin akıbetini düşünüp, taşınmak anlamına da geliyordu. Ve ayetlerin hepsinde insanlar için bir uyarı vardır. Eğer Kur'an kabul edilmez, üzerinde tefekkür edilmez ve öğüt alınmazsa, o kişi veya kişilerin akıbetlerinin iyi olmayacağı belirtilmektedir. "Tefekkür" kelimesinde; insanların Kur'an üzerinde, kendi nefisleri üzerinde ve kâinat üzerinde düşünmeleri istenirken, "tedebbür" kelimesinde sadece Kur'an/Kitap üzerinde düşünmeleri istenmektedir. Buna göre, tedebbür daha özel bir durumoluyor ve tefekkür aynı zamanda tedebbürü de içine alıyor diyebiliriz. 

Tedebbür, “bir işin sonucunu başından hesap etmek” anlamına gelir. Aynı kökten gelen tedbir, tedebbürün sonucu olarak “gereken önlemi almak” demektir. İ‘tibârın da tedebbürle hemen hemen aynı mânayı ifade ettiği anlaşılmaktadır. Düşünme, tedebbürde olduğu gibi geleceğe değil de geçmişe yönelikse tezekkür adını alır ve “hatırlama, anma” anlamına gelir. Zikir ve tezekkür sözlükte aynı anlamdadır ve “hem lisan ile anma hem de kalp ile hatırlama, akıldan geçirme” demektir. İ‘tibâr kelimesi de Kur’an’da aklî muhakemenin bir çeşidine delâlet etmektedir. “Düşünüp ibret alın, ey basiret sahipleri! ” (Haşr 59/2) meâlindeki âyette i‘tibâr, “gözlenen ve bilinen bir olgu üzerinde fikren yoğunlaşıp oradan, gözlenmemiş olmakla birlikte, mukayese yoluyla ibret verici bir sonuca intikal etmek” anlamında kullanılmıştır. Kelimenin kökünü teşkil eden abr ve ubûr (geçmek, katetmek) hep bu zihnî intikale işaret etmektedir (Râgıb el-İsfahânî, “ʿabr” md.). Fıkıh âlimlerinin, kıyasın hüccet oluşuna delil olarak bu âyetteki “fa‘tebirû” emrini göstermeleri dikkat çekicidir (Elmalılı, VII, 4815-4816).

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v), Kur’ân-ı Kerîm’i, mânâsını anlayıp üzerinde düşünerek okumak gerektiğini ve bunun faziletini ifâde sadedinde şöyle buyurmuşlardır: “Kur’ân’ı üç günden az bir zamanda okuyup bitiren kişi onu hakkıyla anlayamaz, üzerinde hakkıyla tefekkür edemez.”(Ebû Dâvûd, Vitr, 8/1390; Tirmizî, Kırâât, 11/2949; Dârimî, Salât, 173). Peygamber Efendimiz Kur’ân okumanın asıl maksadının onunla kalbî bir bağ kurmak olduğunu da şöyle ifade etmektedir: “Kur’ân’ı, kalpleriniz ülfet ettiği müddetçe okuyun! İhtilâf ettiğiniz zaman ise okumayı bırakın! ”(Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 37; Müslim, İlm, 3-4). Yani kalbiniz Kur’ân ile ülfet ettiği, istekli olduğunuz, zihninizi topladığınız, dikkatinizi teksif edip tefekkür ve tedebbürle okuyabildiğiniz müddetçe tilâvete (anlayarak okumaya) devam edin! Ama bıkkınlık veya başka bir sebeple kalbiniz Kur’ân’ın mânâlarını anlayamaz hâle gelir veya başka bir düşünceye dalar, sâdece dilinizle Kur’ân okuyup kalbiniz orada bulunmazsa okumayı bırakın! Tâ ki kalbiniz tekrar Kur’ân’a dönünceye kadar! Bunun içindir ki Hz. Ömer (r.a): “Bakara Sûresiʼni on iki senede tamamladım ve şükür için bir deve kurban ettim” buyurmuştur.(Kurtubî, el-Câmi’, 1: 40) Zira o, Kur’ân’ı derin derin düşünüp mânâlarını ve inceliklerini anlayarak okumuş, aynı zamanda bu anladıklarını fiiliyâta dökerek hem kendisine hem de bütün Müslümanlara faydalı olmuştur. Hz. Ömer’in oğlu Abdullah da, Bakara Sûresiʼni öğrenip hayatına tatbik etmek ve hikmetlerinden lâyıkıyla nasiplenebilmek için, bu sûrenin âyetleri üzerinde tam sekiz sene çalışmıştır.(Bkz. Muvatta’, Kur’ân, 11).

Hz. Ali (r.a): “İçinde ilim olmayan ibadette hayır yoktur. İçinde fehm (anlama çabası) olmayan ilimde hayır yoktur. İçinde tedebbür (tefekkür) olmayan kıraatte hayır yoktur ” buyurmuştur.(Dârimî, Mukaddime, 29/303-304). Abdullah bin Mesʻûd (r.a) şöyle demiştir: “Kur’ân’ı okuyunuz, onunla kalplerinizi harekete geçiriniz (duygulanınız)! Arzunuz, bir an evvel sûrenin sonuna varmak olmasın! ”(İbn Ebî Şeybe, Musannef, 2: 521; Beyhakî, Şuab, 3: 407/1884). “Kim ilim istiyorsa Kur’ân’ın mânâlarını tefekkür etsin, tefsîri ve kıraati üzerinde yoğunlaşsın! Zira onda, öncekilerin ve sonrakilerin ilmi mevcuttur.”(İbn Ebî Şeybe, Musannef, 6: 126/30018; Ahmed, Zühd, s. 129). Bir zât, Zeyd bin Sâbit (r.a)’a gidip, Kur’ân-ı Kerîm’in bir haftada hatmedilmesi husûsunda ne düşündüğünü sormuştu. O da; “İyi olur” dedikten sonra kendi tercihini şöyle ifade etti: “−Fakat ben, on beş veya yirmi günde bir hatim yapmaktan daha çok hoşlanırım. Neden diye sorarsan; ancak bu şekilde Kur’ân âyetlerindeki hikmet ve ibretleri daha iyi tefekkür edip mânâlarındaki inceliklere daha fazla nüfûz edebilirim.”(Muvatta’, Kur’ân, 4; İbn Abdilberr, el-İstizkâr, 2: 477). 

Tâbiîn neslinin âlimlerinden Iyâs bin Muâviye (r.a), Kur’ân-ı Kerîm’i tefekkürsüz, düşünmeden okuyanlar için şu teşbihte, benzetmede bulunur: “Kur’ân’ı okuyup da onun mânâlarını, inceliklerini bilmeyen ve düşünmeyen kimse, karanlık bir gecede hükümdardan kendisine bir mektup gelen, fakat mektupta ne yazdığını okuyup öğrenmediği için kendisini korku saran kimse gibidir. Kur’ân’ın mânâ ve inceliklerine intikâl eden kimse de, ışık getirip ortalığı aydınlatarak mektubun içindekileri okuyan kimse gibidir.”(Kurtubî, el-Câmi’, 1: 26). İmâm Şâfiî (r.a) “İnsanlar Asr Sûresi’ni hakkıyla tefekkür ve tedebbür etseler, sadece bu sure bile onlara kâfî gelir” buyurmuştur.(İbn Kesîr, Tefsîr, Asr Sûresi). Süleyman Dârânî (r.a) Kur’ân-ı Kerîm’i nasıl tefekkür ettiğini şöyle ifâde eder: “Ben bir âyet okurum, dört-beş gece onu düşünürüm, onu iyice hazmetmeden başka bir âyete geçemem.”(Gazâlî, İhyâ, 1: 374). Kur’ân’ın ferdî olarak tefekkürle okunması da bir noktadan sonra yeterli olmayabilir. Müslümanlar bir araya gelerek Kur’ân’ı aralarında müzâkere etmelidirler, beraber okumalıdırlar. Bunun faziletini Peygamber Efendimiz şöyle haber verirler: “…Bir grup insan, Allah’ın evlerinden bir evde toplanır, Allah’ın Kitâbı’nı okur ve onu aralarında müzâkere ederlerse, üzerlerine sekînet iner, onları rahmet kaplar ve melekler çevrelerini kuşatır. Allah Teâlâ da o kimseleri kendi nezdinde bulunanların arasında zikreder.”(Müslim, Zikr, 38; Ebû Dâvûd, Vitr, 14/1455; Tirmizî, Kırâât, 10/2945; İbn Mâce, Mukaddime, 17). Kur'an üzerinde topluca düşünmek, birlikte sonuçlar çıkarmaya çalışmak çok daha verimli ve faydalı olacaktır. 

Hüseyin KUBAT 

Ocak 2025 Burhaniye

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Hikmet Akademisi'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

YORUMLAR
YENİ YORUM YAP
güvenlik Kodu
EDİTÖRDEN
Bizimle sosyal ağlarda bağlantı kurun!