Bazen bir rüzgâr eser ve yerdeki yaprakları havalandırır. Ya da bir olay hâsıl olur ve sıradan insanları topraktan kopararak gökyüzüne yükseltir.
Toprağın üzerinde sürünmekte olan bu insanlar birden kanatlanarak değişiverirler.
Sadece kendileri değişmekle kalmaz, toplumu ve tarihi de değiştirirler. O yükselme anlarındaki insanların meselelere bakışları da farklılaşır.
Göksel bir bakışa sahiptirler çünkü. Dolayısıyla sıradan insanların gündelik olaylar esnasındaki bakışları kadar, ahlaklarından da uzaktırlar.
Bu yükselme ahlakına mugayir olarak, bir de düşme ahlakı vardır: hazcılık, istismarcılık, süflilik gibi.
Bir de olağan dönemlerin sıradan ahlakı; düz, yaratıcılıktan ve fedakârlıktan uzak, bencil ve küçük şeylerin peşindeki bir ahlak.
Evet, belki özgün bir yaratılışa/yaratıcılığa istinaden bir "huluk/halk/yaratıcılık" olmasa da, görece olarak bir ahlak’tır bunlar.
Tabir caizse insanları kendi durumlarının boyası ile boyayan bir "ahlak".
Uzun zamandır düşünmekteyim, "neden Türkiye’de ve hatta İslam dünyasında, Batı’da olduğu denli ahlaka dair çalışmalar yok?" diye.
Çok gizemli değildi belki cevap. Çünkü İslam, tarih içerisinde genellikle bir devlet dini olmuştur.
Belki aşırı bir deyişle bireyin ya da toplumun dini olmaktan öte, devletin dini.
Dolayısıyla siyaset, iktisat, sanat ve ahlak da ister istemez devletin belirlediği, ürettiği ve bir açıdan da sınırladığı alanlar olmak zorunda kalmış; bunlar yerine fıkıh üzerinde kafa yorulmuştur.
Tartışılan, edinilen ve yaşanan ahlak değil de yasalar, nizamnameler, fakihlerin düsturları olmuştur.
Siyaset ise halifelik adı altında kutsal bir otokrasiyle sınırlanmıştır.
Yani "yeryüzünde Allah’ın halifesi olma" payesiyle taçlanan bir sultan, aynı zamanda Müslümanların da lideridir.
Dolayısıyla da bu tebaa halifenin buyrukları mucibince hareket edecektir.
Ve hatta giderek insanlar bu padişahların kulları, köleleri ya da sürüleri sayılacaktır.
İktisat, devlete dayanan bir imtiyazdır. Öyle ki mülk ne Allah’ın ne de bireyindir; devletindir.
Sanat ise sarayın ihtişamının göstergeleri olan devasa yapıtların tezyinatından öteye gidememiştir.
Bu koşullarda ise -istisnaları bir yana koyacak olursak- özgür, sorumlu, düşünen ve düşündükleri üzerinde derinleşen mütefekkirler, özgün sanatçılar, farklılığı arayan siyaset insanları, yolculuklarını ve arayışlarını örften ahlaka doğru ilerleten, yeri geldiğinde haksızlıklara isyan eden ahlakçılar ve üretim kadar tüketimin de sınırları ve sınır öteleri üzerinde yol alan iktisatçılar da yetişmemiştir.
Kimi kurumsal ya da bireysel deneyimler ve arayışlar olmamış değildir.
Mesela Hasan bin Sabit gibi düşünsel bağımsızlığını ve özgürlük anlayışını iktidarın "kaderci" telakkisine rağmen sürdüren bir âlim, "şûra sistemi"ne dair arayışlarını Emeviliğe rağmen sürdürebilen Ömer bin Abdülaziz gibi bir "halife" veya düşünsel çabası fıkhın sınırlarını aşan Ebu Hanife gibi bir "fakih".
Oysa süreç içerisinde, verili iktidarların kaideleri tanrısal bir yazgıya, "şûra ehli" "cennetle müjdelenenler"e, Ebu Hanife’nin özerkliğini korumaya çalışacağı özerk ve sivil bir "fıkh"ise giderek ahlak alanını da asimile eden bir devlet hukukuna dönüşecek, yani ahlak, hukuklaşacaktır.
Siyaset, fıkıh, eğitim ve hatta ilim giderek doğrudan bir devlet faaliyeti halinde geleceğinden özerk toplumsal alanlar kadar özgür ilim ve düşünce insanları da yetişmez olacaktır.
Ömer bin Abdülaziz’in adalet yolundaki çabalarının önü kesilecek, İzz bin Abdüsselam gibi bir ahlakçı, Şatıbî gibi bir yöntembilimci, İbn Haldun gibi bir toplumbilimci nadirat kabilinden parmakla gösterilecektir.
Ahilik gibi sanatı ahlakla bütünleştirmeye çalışan meslek oluşumları ise doğal olarak önce özerkliklerini, sonra da özelliklerini yitirecektir.
Ahlaki özerkliğin kaybedildiği bir vasat içerisinde ilim insanları fıkha yönelecek ve artık ne ahlak ne de siyaset alanında özerk çalışmalar yapılabilecektir.
Ortaya çıkan kimi özgün çalışmalar ise giderek Yunan düşüncesinin etkisine girecek olan kelama özgü aykırılıklar hanesine yazılacaktır.
Ahlak ise esasen düşünmek kadar yapmak ve hatta yaratmakla, toplumun ve insanın yenilenmesiyle ilgili bir alan.
Ancak yeni bir dünya tasarımı varsa ahlakilik de bu tasarımın etkinleşmesi esnasında zuhur edebilecektir.
O nedenle ancak büyük toplumsal alt üst oluşlar, devrimler, yeni bir çığır açan peygamberler veya önemli düşünürler bir ahlak ortaya koymuşlardır.
Hz. Muhammed’in deyişiyle, her kim güzel bir çığır açarsa ahirette bunun oluşturduğu sonuçlardan yararlanabileceği gibi, her kim de kötü bir çığır açarsa o da bunun oluşturduğu yanlışlıkların sonuçlarına katlanacaktır.
Bu anlamda ahlaki anlayışlar, buna öncülük eden şahsiyetler veya olaylar esnasında ortaya çıkan yeni bir toplumsal inşanın ürünü ve hatta doğrudan bu sürecin ifadesi olarak ortaya çıkar.
Tıpkı Hacı Bayram Veli’nin dizelerinde ifade ettiği gibi:
Ben bir ulu şara vardım
Ol şarı yapılır buldum
Ben dahi anda yapıldım
Taşla toprak arasında
Kuşkusuz ki buradaki şehir kadar yapılma, taş ve toprak, birer nesne olmanın ötesinde, yapılmaya, yaratılmaya, yaratıcılığa dair birer remz, dahası birer kavramdır.
Mevzu ise şehirle birlikte halk edilmekte olanın temel olarak insan olduğudur.
Öyle ki insan burada hem yapılan hem de yapandır ki bu süreç tam olarak ahlak kavramının konusudur.
Zira halk edilmekte olan insan ile birlikte onun ahlakıdır. Varoluşçu düşünür Heidegger"ne yapmalı?" sorusunun yerine "nasıl düşünmeli?" sorusunu koyarken, Ali Şeriati de "ne yapmalı?" sorusuna karşılık olarak "daha yeterince konuşmadık, müzakerelerde bulunmadık ki yapmaya da başlayalım" cevabını verir.
Önemli olan ise salt bir birlikte oluştan ziyade, bu birlikteliğin insani varoluşu masseden baskıcılığından nasıl kurtularak sahici ve özgür bir varoluşa ulaşılabileceğidir.
Bu anlamda aydınlanan bir düşünür, Platon’un mağara alegorisinde olduğu gibi yeniden dönmelidir halkının arasına; mağaraya ve oradaki yoldaşlarını aydınlatmaya.
Yoksa bunu yapmak yerine yoldaşlarını da mağaradan kurtulmaya, mekânlarını terk ederek kendisiyle birlikte özgürleşecekleri bir seferiliğe mi çağırmalıdır?
Ki, işte burada yollar çatallanmakta, sorunu sorunsallaştıracak olan bir mekân ve insan ilişkisi ortaya çıkmaktadır.
Hem, şehir nedir? Bir oluş mu yoksa olgu mu? Bir yurtlanma mı yoksa bir yolculuk mu?
Eve/yurda dönüş ile hakikate doğru gidiş, yurttaşlık/mukimlik ile yolculuk/seferilik arasındaki aykırılık, İbrahim ile Odysseia arasındaki temel farklılıktır.
Esasında onların hayatları içerisinde izledikleri yol, iki temel ahlaki izleğin de simgeleridir.
Biri evine/yurduna dönmek ve mülkiyetini korumak isterken, öteki kendisini ve dünyayı yenilemek için varını yoğunu ardında bırakarak yürüdüğü coğrafyalara yıldızlar eken bir yolculuğa çıkar.
Biri kapitalizme dek varacak olan bir mülkiyetçi ahlakın ve sömürgeci faaliyetin içerisindeyken, diğeri yurtlanmayı değil de toplumsal özerkliği korumanın endişesi içerisindedir.
Yurt sınırlanmak, yerleşmek, yerini tahkim etmek ve o yere ait olmayanları ötekileştirmek anlamlarına gelir.
Toplumsal bir özerklik ise başat değer olan özgürlüğü ve birlikte oluşa dair bir ahlakı esas alır. Sair değerler ise işte bu şartlar içerisinde biçimlenecektir.
yazının orjinali için bakınız:https://www.indyturk.com/node/715706
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Hikmet Akademisi'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.