DEPREM DİRENÇLİ KENTLER İÇİN BELEDİYELERDE YENİDEN YAPILANMA (1)
Bu yazı Doç Dr. Berat Akıncı ile ortak yürüttüğümüz bir çalışmanın ürünü olarak ortaya çıktı ve Hikmet Akademisi okurlarıyla buluşturmak istedim. Yazı her ne kadar akademik bir yöntemle kaleme alınmış olsa da dili açısından okuyucusunu sıkmadan mesajlarını ileteceğini düşünüyorum. Bu çalışmada yerel yönetimlere ilişkin çeşitli eleştiriler ve yeniden yapılanmaya dönük öneriler sunulmuştur.
Önlenemeyen bir doğa olayı olan deprem, insanoğlunun yaşadığı en ürkütücü ve yıkıcı olgulardan biridir. Depremlerin ne zaman olacağı, sarsıntıların ne kadar süreceği ya da ne şiddette meydana geleceğinin bilinememesi depremin ürkütücü boyutunu iyice artırmaktadır. Son 4000 yılda depremlerden dolayı yaklaşık 13 milyon insanın öldüğü ve bu ölümlerin 2.7 milyonunun yalnızca son yüzyılda gerçekleştiği düşünüldüğünde depremin yeryüzünün en yıkıcı afeti olduğu söylenebilir.
Depremlerin can yakıcı etkileri yeryüzünde belli zaman aralıklarıyla kendini göstermekle birlikte, kentsel yerleşim alanları da her geçen gün büyümektedir. Kentler dünya nüfusunun yarısından fazlasını barındıran, ülkelerin gayrisafi milli hasılasına yüksek düzeylerde katkı veren ve istihdamın yoğunlaştığı alanlardır. 2016 itibarıyla 512 kentin nüfusu bir milyon ve üzerindeyken 2030 yılı itibarıyla bir milyon ve üzeri kent sayısının 612’ye yükselmesi, 10 milyon ve üzeri nüfusa sahip kent sayısının ise 2030’da 41’e yükselmesi beklenmektedir (Özer, 2018: 4). Türkiye’de de benzer şekilde kent alanları genişlemekte ve kent nüfusu sürekli artmaktadır.
Kent alanlarının genişlemesi ve nüfusun artmasıyla beraber ortaya çıkan en önemli sorun, barınma ihtiyacının sağlıklı bir şekilde karşılanamamasıdır. Barınma insanın en temel ihtiyacı olmakla beraber, barınma ihtiyacı için inşa edilen konut da kişinin kendisini en güvende hissettiği yerdir. Bu nedenle, inşa edilen konutlar buralarda yaşayanları doğal afetler de dâhil her türlü dış etkilerden korumalıdır. Bunun sağlanabilmesi de ancak “depreme dirençli” kentler inşa etmekle mümkündür. Türkiye’de imara ilişkin düzenlemeler yerel yönetimlerin yetki sahası içerisinde bulunmaktadır. Bu nedenle yerel yönetimler kentin sağlıklı yapılanmasından, afetlere karşı dirençli olması ve planlı gelişiminden birinci derecede önemli ve sorumlu kurumlardır.
Araştırmada Türkiye’de kentleşme ve kentlerin yaşadığı afetler bir başlık altında ele alınırken, Türkiye’de kentleri yıkan afetler ayrı bir başlık altında detaylı olarak ele alınmıştır. Araştırmanın devamında ise dirençlilik kavramı ve deprem dirençli kentlerin inşası için belediyelerin neleri yapılabileceği ve neleri yapması gerektiği belediye başkanları, belediye meclisi, belediye encümeni ve ihtisas komisyonları üzerinden değerlendirilmiştir. Ayrıca belediye organlarının oluşum şekline ilişkin eleştiriler yapılarak, kentlerin dirençli ve sağlıklı gelişimi için organların ve komisyonların nasıl oluşturulması gerektiği tartışmaya açılarak, her bir organ ve ihtisas komisyonları için yönetim model önerileri paylaşılmıştır.
TÜRKİYE’DE KENTLEŞME VE KENTLERİN YAŞADIĞI AFETLER
Türkiye’de kentleşme hareketlerini inceleyen araştırmaların bir kısmında konu 1950 öncesi ve sonrası olmak üzere iki farklı dönem halinde ele alınmakta ve ilk dönemde1950 yılına kadar yavaş gerçekleşen bir kentleşme ve kentlileşme olgusu yaşandığı ifade edilmektedir. Bu araştırmalarda 1950’den sonra özellikle kırsal alanlardaki tarımsal makineleşmeye dayalı olarak gerçekleşen ve toplumun yapısal dönüşümüne kaynaklık eden göçlerin kentleşmeyi şekillendirdiği vurgulanmıştır (Işık, 2006: 59, Çitçi ve Yılmaz, 2011: 253).
Başka çalışmalarda ise 1927-1950 arasını kapsayan I. Dönem “durgun yıllar”, 1950-1985 arasını kapsayan II. Dönem “hareketli dönem” 1985 ve sonrasını kapsayan III. Dönem ise büyük göç dalgalarının yaşandığı “dramatik ve anomik kentleşme” dönemi olarak tasnif edilmektedir (Tekeli, 2009: 23, Sencer, 1979: 38).
1950’li yıllarda başlayan kırdan kente yönelik göçlerin şekillendirdiği bu hızlı kentleşme, günümüzde de devam etmektedir. Özellikle İstanbul, Kocaeli, İzmir, Bursa gibi kentler daha çok ticaret ve endüstri merkezleri olmaları, Ankara gibi kentler de hizmet üreten kentler olmaları ve Antalya, Mersin gibi kentler ise her iki özelliği birleştirmeleri nedeniyle çekim merkezi durumunda olduğundan önemli sayıda göç almışlardır. Başlangıçta ifade edilen büyükşehirlere yönelik olan göçler, bugün farklı nedenlerle daha geniş bir alana yayılmıştır.
1950’yi izleyen yıllarda Türkiye’de bir yandan mevcut kentlerin nüfusu hızla artmış, diğer yandan da, çok sayıda yerleşme alanı nüfuslanarak kent statüsü kazanmıştır. Gerçi Türkiye’de, Ankara, Karabük, Batman, Kırıkkale, Şırnak gibi illerin kuruluşunda etkili olan durum nüfuslanmadan ziyade, siyasi ya da idari kararlar olmuş fakat bu kentler, kurulduktan sonra kırsal alanlardan çektiği nüfuslarla büyümüşlerdir. Kentleşmenin kontrolsüz bir şekilde gerçekleşmesi ve aşırı kentleşme, kentlerin yerleşim merkezlerinde konut yetersizliği sorununu ortaya çıkarmaktadır. Konut yetersizliğine bağlı olarak ise gecekondu sorunu meydana gelmekte ve kentin doğal sınırları zorlanarak yeni yerleşim merkezleri kurulmaktadır.
Kentleşmenin en temel dinamiği olan yerleşim alanları ve yerleşim alanlarının sosyal donatıları, insanların konut ihtiyaçlarının bir sonucudur. İnsanların en temel ihtiyaçlarından olan konut, 10 Aralık 1948 yılında kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ne de konu olmuştur. Bildirgenin, 25. maddesinde “Herkesin, gerek kendisi için gerekse ailesi için, beslenme, giyim, barınma, sağlık ve öteki sosyal hizmetler de içinde olmak üzere; sağlığını ve güvencini sağlayacak, uygun bir yaşam düzeyine hakkı vardır…”ifadesiyle barınma hakkı ele alınmıştır. Benzer yaklaşımın Türkiye Anayasası’nda da yer aldığı görülmektedir. 1982 Anayasasının 57. maddesinde konuta dair, “Konut Hakkı” başlığı altında “Devlet, şehirlerin özelliklerini ve çevre şartlarını gözeten bir planlama çerçevesinde, konut ihtiyacını karşılayacak tedbirleri alır, ayrıca toplu konut teşebbüslerini destekler” ifadesine yer verilmektedir.
Anayasa’da ifadesini bulan bu konut hakkı yaklaşımı beraberinde başta konutlar olmak üzere kent mekânlarının yaşanabilir olması için birtakım özellikler taşıması gerekliliğini de ortaya koymaktadır. Bunlardan yapının taşıması gereken özellikler; kullanım kolaylığı ve ergonomisi, depreme, yangına ve doğal afetlere dayanıklılık, güvenlik, yeterli fiziki büyüklük, gürültü, ses, hava ve su yalıtımı, sıcaklık ve kuruluk özellikleri, engellilerin kullanımına uygunluk, kaliteli ve sağlıklı malzeme şeklinde sayılabilir.
Kent mekânlarının yapı dışı kullanım imkânları açısından, temiz, içilebilir ve kesintisiz su, temiz hava ve yeterli havalandırma yapısı, çöp ve atık tahliyesi için uygunluk olması oldukça önemlidir. Yapılı çevrenin özelliklerine bakıldığında ise temiz çevre, planlı ve imarlı yapılaşma, sosyal hayatın geliştirilmesine uygun yaşam alanları, kent ve ülke yönetimine doğrudan katılımı sağlamaya yardımcı mahaller şeklinde sayılabilir.
Türkiye’nin kentleşmesinde başta yerel yönetimler olmak üzere merkezi idarenin yetersiz kalması gecekondu sorununu özellikle büyükşehirlerde artırmış ve kentleşme niteliksiz bir büyüme sürecine girmiştir. 1970’li yıllarda “üretici belediyecilik” yaklaşımı ile konut üretiminde etkili olmaya başlayan belediyeler Ankara ve İzmir başta olmak üzere bazı illerde konut üretim projelerini hayata geçirmiş, kentte yaşayan insanlara kentsel toprak üzerinde oluşan artı değerin topluma dönmesi ve kentsel toprak üzerindeki spekülasyonlarınengelleneceği sözlerini de vermişlerdir (Tekeli, 2009: 187).
Belediyelerin bu etkinlikleriyle birlikte kentleşme sürecinin sağlıklı gelişmesi ve sabit gelirlilerin konut alabilmeleri adına konut kooperatifçilik sistemi benimsenmiştir. Fakat Türkiye’de konut kooperatifi sosyal konut üretmediği gibi, konut kooperatifleri devletin kredi mekanizmaları tarafından desteklendiği için her gelir grubu tarafından elde edilebilir bir yöntem de olamamıştır. Konut kooperatiflerinin en yaygın olduğu dönemde dahi diğer gelir gruplarının konut talebinin karşılanması açısından farklı konut sunum biçimleri de ortaya çıkmıştır. Bu konut biçimleri içerisinde kar amaçlı üreticilerin sunduğu konut arzı önemli bir yer tutmaktadır. Bu tür sunum biçimini küçük ve büyük sermayeli olarak ikiye ayırmak mümkündür. Küçük sermayeli konut üreticileri “yap-sat” şekline bir yöntem benimserken, büyük sermaye sahibi konut üreticileri ise, genelde toplu konut üretimini yapmakta ve tek binayı değil, daha fazla sayıda bloğu içeren konut projelerini hayata geçirmektedirler (Alkan, 2015: 39). Büyük firmalar tarafından İstanbul, Ankara, İzmir ve Bursa gibi illerde kentin çeperlerinde müstakil konut siteleri şeklinde kendini göstermiştir.
Konut, kapitalist üretim ve bölüşüm sistematiği içinde bir meta olarak görülmüş, kar arzularının nesnesi olarak değer görmüştür. Modernleşmeyle birlikte değişmeye başlayan mesken kültürü apartmanlaşma şeklinde kendini göstermiş ve apartmanlar çoğunlukla doğaya yabancı yapı gereçleriyle yapılmaya başlanmıştır. Bu süreçte binalar, hem ekonomik olmaktan uzaklaşmış hem de onarım güçlükleri ortaya çıkmıştır. Hatta görsel açıdan değerlendirildiğinde kentlerin ve kasabaların estetik görünümü bozulmuştur (Keleş, 2004: 438). Milli kültürden kopuk olarak inşa edilen bu mekânlar, içinde yaşanılıp mutlu olunan yerler yerine, sadece kendisinden faydalanılan ve günlük ihtiyaçların giderildiği nesneler haline getirilmiştir (Karatepe, 2005: 278). Kent mekânlarını inşa etmeyle sorumlu olanların “gözün vicdanı” nı dikkate almamalarından dolayı kent alanları büyük kütlelerden oluşan bina yığınları haline gelmiştir. Ayrıca sağlıklı konutlara ulaşmanın maliyeti yüksek olunca alt gelir grupları yapı kalitesi düşük, altyapı kusurları bulunan 1-2 odalı apartman dairelerine yönelmişlerdir. 1960’lardan günümüze kentler, çoğunluğu izinsiz ve imara aykırı yapılar tarafından işgal edilmiş, imarlı olan konutların bile çok önemli imalat sorunlarının olması kentleri afetlere karşı oldukça dirençsiz bir hale getirmiştir.
Oysa günümüzde kentler, öncekinden çok daha fazla sayıda afet tehdidi altına girmiştir. Örneğin, küresel iklim değişikliği nedeniyle son yıllarda Türkiye gibi tropik iklim kuşağı dışındaki ülkelerde de şiddetlenen gök gürültülü sağanak yağışlardan dolayı, şehirlerdeki ani sellerin sayısı ve şiddetinde de artış yaşanmaktadır. Artık deprem, sel, vb. tehlikeler, hızla artan çarpık yerleşim bölgelerinde daha fazla afete dönüşmektedir (Kadıoğlu, 2008: 258).
Karadeniz Bölgesi’nde, yağışlara bağlı olarak yerüstü ve yeraltı sularının artış göstereceği öngörüsü, kentsel alanda sel yönetimini bölge için çok daha önemli hale getirmektedir. Belirtmek gerekir ki, kentsel alanda yaşanan seller, üst ölçekte iklim değişikliğine bağlı düzensiz yağışların bir sonucu olmakla birlikte, yerel düzeyde ise meydana gelen sellerin insan kaynaklı birtakım tetikleyicileri bulunmaktadır. Araştırmalarda sellerin ortaya çıkmasında doğal ve yapay nedenlerin etkili olduğu ifade edilmektedir. Doğal nedenler arasında; iklim, topoğrafya, jeolojik yapı, dere yataklarında büyüyen ağaç ve çalıların yatak kapasitesini daraltması gibi unsurlar yer almaktadır. Yapay nedenler arasında ise, dere ve sel yatağının; yapılaşma ile daraltılması, uygun olmayan menfez/köprü, bent/dolgu yapımı, atıkların atılması, kanalizasyon şebekesine yer verilmesi, üstünün kapatılarak kullanılması, yol açılması, kum-çakıl çıkarılması gibi nedenler gösterilmektedir (Kadıoğlu, 2019: 83). İfade edilen tetikleyiciler, büyük oranda yerel yönetim birimlerinin, kentlerin altyapısına yönelik aldıkları karar ve uygulamalardan oluşmaktadır. Özellikle yağmur sularının kentin doğal yapısı içinde döngüsünü gerçekleştirmesini engelleyecek müdahaleler veya oluşan yağmur sularına karşılık gelebilecek altyapının olmayışı, kentsel alanda ortaya çıkan selleri birinci derecede etkilemektedir. Bu nedenle kent alanlarının inşası öncesinde olmazsa olmaz olarak gördüğümüz kent planlarının yapılması ve planlardan hareketle altyapı için uygun yöntemlerin kullanılması, sellerden oluşan tahribatları minimum seviyelere düşürecektir. Bu noktada, kentsel alanın amir kurumu olarak özellikle belediye yönetimlerine önemli görevler düşmektedir (Memiş ve Düzgün, 2020: 255).Türkiye kentlerinin son yıllarda yaşadığı sel felaketleri incelendiğinde 2015- 2016 ve 2018 yıllarında Edirne, 2016 yılında Mersin ve Trabzon’un Beşikdüzü ilçesi, 2019 da Düzce Akçakoca’da, 2020 Giresun/Dereli ’de, 2021 Kastamonu’da, 2022 yılı Kastamonu/ Bozkurt’ta ve Sinop’ta meydana gelen sellerin önemli can ve mal kayıplarına yol açtığı görülmektedir.
Türkiye’de yaşanan bir başka doğal afet de heyelanlardır. Heyelanlar, genel anlamı ile kütle hareketleri, jeolojik, jeomorfolojik, klimatolojik, meteorolojik etken ve süreçler ile insanların çeşitli etkinliklerine bağlı olarak, yamaç dengesinin (stabilitesinin) bozulmasıyla ortaya çıkmaktadır (Öztürk, 2002: 35). Türkiye’de heyelan felaketinin, yıllık yağış miktarının fazla olduğu yerlerde görüldüğü söylenebilir. İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Avrasya Yer Bilimleri Enstitüsü bünyesinde gerçekleştirilen bir araştırmada, ülkede son 90 yılda 389 ölümlü heyelan meydana gelmiş ve 1343 kişi hayatını kaybetmiştir. Enstitünün araştırmasına göre kentler arasında 1123 heyelan felaketi ile Trabzon birinci sırada yer alırken, Trabzon’u Rize, Kastamonu, Erzurum ve Artvin takip etmiştir. Trabzon hem heyelan felaketinin en çok görüldüğü hem de bölgede birçok heyelan felaketzedenin bulunduğu bölgedir. Türkiye'de en yüksek ölümlü heyelan vakasının 1929'da Trabzon ile Rize sınırında yaşandığı bilinmektedir. Toplam 19 köyü etkileyen afette 148 kişinin hayatını kaybettiği kayıtlara geçmiştir. 1995 yılında Isparta'nın Senirkent ilçesindeki moloz akması olayında da 74 kişi hayatını kaybetmiştir.
Orman yangınları da çok büyük mal ve can kaybına neden olan afetler arasında yer almaktadır. Akademik çalışmalarda orman yangınlarının başlamasına neden olan etmenler iki ana başlık altında toplanmaktadır. Yıldırımlar, cam parçalarının optik özellik göstermesi ve rüzgârlı havalarda kuru dalların birbirine sürtünmesi doğal etmenleri; bilinçli (ekonomik ve terör amaçlı) ve istem dışı (sigara izmariti, piknik ateşi, kazalar v.b.) davranışlar ise beşerî etmenleri oluşturmaktadır (Doğanay ve Doğanay, 2004: 35). Türkiye’de özellikle Kahramanmaraş’tan başlayıp, Akdeniz, Ege’yi takiben İstanbul’a uzanan 1700 km’lik sahil şeridinin 160 km derinlikteki bölümü, orman yangınları bakımından çok büyük bir hassasiyet göstermektedir.
Geçmiş dönemlerde yaşanan büyük orman yangınları bir kenarda tutarak sadece yakın tarihte yaşanılan orman yangınları incelendiğinde yangınların kentsel alanlara ve kentlerin yaşam çevrelerine önemli zararlar verdiği görülmektedir. Nitekim 28 Temmuz 2021'de Antalya'nın Manavgat ilçesinde başlayan ve Türkiye'nin birçok şehrine yayılan orman yangınları önemli maddi, manevi zararlara yol açmıştır. 12 Ağustos 2021’ tarihinde ise Akdeniz, Ege, Marmara, Batı Karadeniz ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerindeki 53 ilin etkilendiği, 299 orman yangınında 8 kişi hayatını kaybetmiştir. 2021 yılı içinde 2.793 adet orman yangını çıkmış ve bu yangınlarda 139. 503 hektar orman alanı zarar görmüştür. Yangın başına düşen ortalama yanan alan 6,2 hektar olmuştur. 2021yılında, bir önceki yıla göre çıkan yangın sayısında 17.82% azalmıştır. Yanan orman alanı ise önceki yıla oranla 84.9% artmıştır. 2021 yılında çıkan orman yangınlarının %47.5’inin çıkış nedeni belirlenememiştir. % 29.43’ü ihmal-dikkatsizlik, %6.1’i kaza, % 3.4’ü kasıt, % 12.64’ü ise yıldırım düşmesi sonucu çıkmıştır (www. csb.gov.tr/orman-yangınları).
Başta depremler olmak üzere kentlerde yaşanan sel ve diğer afetlerin çok can yakıcı olmasının temel nedeni, yıllardır uygulanan siyasi ve ekonomik rant amaçlı, hatalı ve denetimsiz yapılaşma politikalarıdır. Bu nedenle planlı, güvenlikli ve çağdaş kentleşmeyi yaratacak ve depremlerde yıkımı en aza indirecek düzenlemeler gündeme gelmemektedir.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Hikmet Akademisi'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.