DÜŞÜNMENİN ÖNEMİ VE İSLAMDA DÜŞÜNCE HÜRRİYETİ
Kur'an-ı Kerim'in birçok ayetinin, "düşünmüyor musunuz? .. " aklet miyor musunuz? ... " "fıkhetmiyor musunuz? .. " gibi ifadelerle bitmesi İslam'ın düşünmeye verdiği önemi gösterir. İnanmayanların akletmeyen, düşünmeyen kimseler olduklarının vurgulanması da düşünmeye bir çağrı ve inananların düşünen kimseler olmaları gerektiğinin başka yönden bir ifadesidir. Kur'an'ın düşünmeye verdiği önem göz önünde bulundurulursa müslümanın dinamik ve faal bir akla, sürekli muhakemeye sahip olması gerekir.
Buna rağmen günümüzde aklın, iman ve amel sahasına sokulmaması şeklinde bir kanaatin yaygınlaştığını görüyoruz. Bu düşünce sahipleri, aklın bunları anlayacak bir kapasitede olmadığını, hatta bu sahalarda aklı uygulama nın insanı sapıklığa götüreceğine inanırlar. Bazıları bu iddialarına İblis'in Hz. Âdem (a.s)'e secde etmeyişini delil olarak getirirler ve İblis'in secde etmeyişinin nedenini de "akla göre hareket" olarak izah ederler. Hâlbuki İblis, aklını hevasına mahkûm etmiş ve kibrinden dolayı secde etmemişti.
Esasen aklın, tefekkürün iman sahasına uygulanışı tahkiki (araştırma-soruşturma) doğurur. Bilerek, inanarak inanmayı sağlar. Tahkikin zıddı olan taklit ise, imanda tehlike eşiğinin adıdır ve sonuçları bakımından soru işaretleriyle ve tehlikelerle doludur. Bu nedenle İslam âlimleri imanda esas olanın tahkik olduğunu söylemişler ve taklidi benimsememişlerdir. Bu tehlikeli konumdan kurtulup tahkike yükselmek, iman edilen hususlara bilerek, tanıyarak, bilinçli ve şuurlu bir şekilde inanmaktır.
Tahkiki iman şuur, feraset, huzur, iç aydınlığı ve sorumluluk duygusudur. Taklit ise şuursuzluğu, donmayı ve ataleti getirir. İnanılan hususlara tefekkür ile bağlanmak, bunlardan emin olmak -ki iman kelimesi emin olmak manasına da gelmektedir- aklı ikna ve kalbi tatmin olarak bir alanın içerisinde şuurla ve kararlılıkla yer almaktır. Zaten sorumluluk ve imtihan esprisine uygun olan da budur.
Yine tefekkürün, aklın, amel sahasına uygulanması da takvayı doğurur. Düşünerek, aklın ve bilginin kılavuzluğunda gerçekleştirilen ameli bir hayat, kişiyi ve toplumu takvanın basamaklarından ilerleterek ihsan mertebesine yükseltir. İhsan ise, kulluk görevini sanki Allah'ı görüyor gibi yapmaktır. Bu da insanı kanatlandırıp onu behimi duyguların esaretinden, egoizmin cenderesin den kurtararak benzersiz bir olgunluk ve irfan seviyesine yükseltir.
Kısacası hayatın tüm problemleri de akıl ve düşüncenin ışığında çözülmelidir. Bu alanda tefekkür, yeryüzündeki hayatı irfanın, hikmetin, fıtrat kanunlarının ışığı altında, İslam'ın aydınlığında yaşanması sonucunu ve içtihadı gündeme getirir. Yani hem vahyin kontrolünde yaşanan bir hayatı, hem de aklın sürekli üretmesini, işlevsel bir yapıya sahip olmasını sağlar.
Tefekkür, hayatın öz sermayesidir. Yeryüzündeki yaşantıyı tefekkürden başka hangi temel üzerine kuracak olursak olalım insanları bekleyen akıbet gericilik (cahiliye), ahlaki ve ekolojik kirlilik, donukluk ve durgunluk olacaktır. Kalkınma yolunda istikrarlı bir şekilde yürüyen insanın yaratılışına uygun, şerefiyle uyumlu bir hayat yaşamasının tek çözümü, hayatın madde, duygular, menfaatler, geçici ve gündelik tedbirler, ataların, ırkların, belli toprak parçalarının, meşhur şahsiyetlerin putlaştırılması esası üzerine değil de, aydın, doğru, aklı ve kalbi tatmin eden düşüncenin üzerine bina edilmelidir.
Kâinatta insanlık için hazırlanmış bulunan nimet sofrasından Allah'ın mübah kıldığı yolda, akıl ve fikrimizin gücü ölçüsünde yararlanmak dinimizin emridir. Nitekim Yüce Allah: "Yeryüzünde bulunan her şeyi sizin için yaratan O'dur." (Bakara, 2/29) buyurarak fikrimizi bu yönde kullanmamızı ister; çünkü bu ayet gizli ya da açık olan hiçbir şeyi araştırma dışında bırakmaz. Şüphesiz aklı başında olan hiçbir müslüman ne hakkın araştırılmasına karşı çıkar ve ona engel olmaya çalışır ne de gerçek saadete götüren yol üzerine engeller koyar. Ayrıca Hz.Peygamber (sav) de Bedir Savaşı'nda bu konuda verdiği örnekle -sahabeyle istişare sonucu ordunun konaklama yerini değiştirmesi- dünya işlerinde tecrübe ve sağlam görüşü rehber edinmemiz gerektiğini göstermiştir.
Kur'an-ı Kerim'in insanı düşündürmek istemesinin amacı, onun akla ve duyulara başvurarak bilgili olmasını sağlamak, elde ettiği bilgilerin gerektirdiği gibi düşünmesini ve eylem yapmasını temin etmektir.
Hiçbir prensibi akılla çelişmeyen, aksine akıl tarafından doğrulanan Kur'an'ın, düşünmeye verdiği değerin bir başka delilini, fikirlerin kaba kuvvet yoluyla kabul ettirilmesine karşı çıkıp düşünce hürriyetine yer vermesinde ve düşüncelerini, doğrulukları sayesinde insanlara kabul ettirmeye çalışmasında görmekteyiz. Kendi irade ve isteğiyle inanmayanın zor kullanılarak dine soku lamayacağını bildiren Kur'an (Bakara, 2/256), peygamberlerin, insanları Allah'a boyun eğemeye çağırırlarken getirdikleri akli deliller karşısında, yanlış yolda da olsalar atalarını taklitten başka bir tutunacak dalları kalmayınca kaba kuvvete başvurduklarını bildirmiş ve bu davranışı fikren tükenmişliğin işareti saymıştır. (A'raf, 7/81-82, 120-124; İsra, 17/76; Meryem 19/46-47; Taha, 20/71; Şuara, 26/29, 46, 116; Ankebut, 29/24)
Kur'an-ı Kerim, kaba kuvvetle kabul ettirilen fikirlerde kişinin irade ve isteği olmadığı için karşılığında ceza veya mükâfat görmesinin hukuk mantığına aykırı düşeceğini kabul etmiş olduğundan bu yola başvurulmasını kesinlikle yasaklamıştır. Buna karşılık, insanlarda var olan düşünme, akıl yürütme gücünü harekete geçirmiş, akıl, delil ve ilimden başka bir kuvvete başvurmamıştır. İşte bundan dolayı tefekkür ve akıl yürütme ürünü olan imana değer vererek kaba kuvvetle insanların bir fikir sahibi yapılmalarına karşı çıkmıştır. Şüphesiz bu da düşünme ve akıl yürütmeye ne derece önem verdiğini gösteren bir başka delildir.
İslam'da gerçek manada fikir ve inanç özgürlüğü vardır. Hiç kimse İslam'ı kabul etme noktasında zorlanamaz. Nitekim Cenabı Allah: "Dinde zorlama yoktur. (Bakara, 2/256) buyurmaktadır. Dini kendi ihtiyarıyla, seçimiyle kabul etmek gerekir. Rıza ve hüsnü niyet bulunmayınca hiçbir amel, ibadet olmaz. Dini istek ve arzuların hepsi ikrahsız, zorlama olmadan, güzel niyet ve isteyerek yapılmalıdır. Baskı ile gösterilen iman gerçek iman değil, zorla kılınan namaz, namaz değil, oruç oruç değil, hac da hac değildir. Bundan başka bir kimsenin diğerine herhangi bir işi zorla yaptırması da caiz değildir.
Kısacası İslam'ın hükmü altında herkes vazifesini kendi ihtiyarıyla yapmalı, zorlama olmaksızın yaşamalıdır. İman ile salih amel, zorlamaya değil hüsnü ihtiyara ve vicdanın razı olmasına bağlı bulunduğundan din için zorlama mümkün değildir. Ancak tebliğ ve teklif edilir: "Rabbin isteseydi yeryüzündeki lerin hepsi mutlaka inanırdı. O halde sen mi insanları inanmaları için zorlaya caksın?" (Yunus, 10/99) buyuran Cenabı Allah, dine girmek için kimsenin zorlanamayacağını belirtmektedir.
Kur'an'a göre herkes düşünce ve inanç özgürlüğüne sahiptir. "Dileyen inansın, dileyen inanmasın." (Kehf, 18/29) "Sizin dininiz size, benim dinim banadır." (Kafirun, 109/6) "Sizin işleriniz {eyleminiz) size, bizim işlerimiz bize." (Bakara, 2/139; Kasas, 18/55; Şura, 42/15) ayetleri ve benzerleri bu özgürlüğü vurgulamaktadır. Hiç kimse zorla inancından döndürülemez.
İslam'da savaş, insanları zorla dine sokmak için değil, vicdanlar üzerindeki baskıyı ortadan kaldırmak için yapılır. Savaşların amacı ülke sınırlarını genişletmek veya ülke fethetmek değil, Allah’ın dini olan İslamı, özgürlük ve adaleti dünyaya hâkim kılmaktır.
Müslümanlar, fethettikleri ülkelerin halklarına tam bir din ve vicdan özgürlüğü tanımışlardır. Emeviler, Abbasiler, Selçuklular ve Osmanlılar döneminde gayri müslim tebaa (Müslüman olmayan halk), özgürlük içinde inançlarını yerine getirmişlerdir. Büyük Osmanlı imparatorluğunda aynı köyde, kasabada ve kentte cami, kilise ve havra bir arada bulunmuş, her dinin mensubu kendi mabedinde özgürce ibadetini yapmıştır. O zamanlar bu toleransı başka bir yerde görmek mümkün değildir.
Hatta bugün bu toleransı başka din ve ideolojilerde görmek de mümkün görünmemektedir. İşte günümüzde gözü dönmüş Sırpların Bosna-Hersek'te, Rusların Çeçenistan’da, Yahudilerin Filistin’de, Amerikanın Irak’ta müslümanlara karşı işledikleri cinayetler, azıcık vicdanları olanların tüylerini ürpertmekte, sağduyulu insanları tiksindirmekte, bu barbarlara karşı nefret uyandırmaktadır. Ancak insan hakları çığırtkanlığı yapan Avrupa ve Amerika buna sessiz kalmaktadır. Oysa Osmanlı ülkesinde İslam'ın egemenliğinde yaşamış olan Yunanlılar, Makedonyalılar, Sırplar, Macarlar, Bulgarlar, Romenler, Ermeniler vs. gayri müslimler en son sınırına kadar özgürlük içinde yaşamışlardı. Öyle olmasaydı dört yüz yıl Osmanlı egemenliğinde kalan bu topraklarda Hıristiyan’ lığın izi silinmiş olurdu.
Hüseyin KUBAT
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Hikmet Akademisi'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.