Sanatın, mimarinin, sosyal ve kültürel alışkanlıkların, iktisadi yaşam biçiminin güdük sembolik argümanlarla bastırıldığına şahit oluyoruz. Tarihsel akışkanlıktan kopuk karar alma ve eyleme geçme süreçleri en fazla bireylerin yaşam alanlarını tehdit ediyor.
Türkiye topraklarını ev yapan birçok faktörden bahsedilebilir. Fakat onu ev olmaktan çıkarıp bir çatışma alanı haline getiren saiklerin de az olduğu söylenemez. Yaşam ve çatışma alanları arasındaki süregiden bir değişim var ve tarih bize değişimin birtakım sancılarından bahseder. Türkiye, tarihi boyunca birkaç kısa kesit hariç toplumu ihmal edip sadece devletin büyümesine odaklı iktidar yapılanmaları ile yönetiliyor. Büyük devlet ideasının getirdiği yozlaşma ve kültürel boşluk ise devleti yönetenler açısından çoğu zaman sorun olarak görülmüyor. Toplumun kültürel, sosyal, ekonomik yapılanmasını ve bu dolayım üzerine tertiplenen ihtiyaçlarını yok sayarak idealize edilen büyüme arzusu, yaşam alanlarını terörize eden savrulmaları doğuruyor. Devlet idaresinin yozlaşma ve toplumsal sorunlara/gerilemeye karşı zaman zaman dinin sembolik argümanlarını, ırksal mitolojileri veya gelişmişlik ideasını tarihsel koşulları göz ardı ederek canlandırmaya çalıştığına da şahit oluyoruz. Semboller üzerinden inşa edilen söylem ise tarihsel içerikten kopuk ucube bir kültürel durum yaratarak herhangi bir gerçekliğe tekabül etmiyor. Sanatın, mimarinin, sosyal ve kültürel alışkanlıkların, iktisadi yaşam biçiminin güdük sembolik argümanlarla bastırıldığına şahit oluyoruz. Tarihsel akışkanlıktan kopuk karar alma ve eyleme geçme süreçleri en fazla bireylerin yaşam alanlarını tehdit ediyor diyebiliriz.
Talan ve Yıkım
Yaşam alanı, toplumu oluşturan tüm parametrelerin ortak dokunuşu ile üretilen ve haliyle tarihsel akışkanlığa sahip dinamik mekânlardır. Bu dinamizmi oluşturan mimari, ait olduğu coğrafyanın izlerini taşır. Yaşam alanlarının son yıllarda her geçen gün katlanarak artan bir rant arzusu ile talan edildiğine şahit oluyoruz. Kentsel dönüşüm gibi hesapsız politik kararların bireyin ve toplumun ihtiyacını sadece ekonomik bir gerekçeye hapsetmesi, mimarinin niteliğini ve sanatsal ihtiyacını yok ediyor. Akbelen Ormanları gibi sayısız politik karar, halkın nefes alma alanlarını tüketim ve üretim dünyasının birer nesnesi haline getiriyor. Tüketmek ile tüketilen nesnenin doğadaki anlamı arasındaki kopukluk, her şeyi yok edilebilir, anlamsız ‘şey’ler haline getiriyor. Ama asıl önemli konu tüketim dünyasının gölgesine hapsedilen toplumsal hafızaya ait değerlerin, sembollerinin yok edilmesidir. Doğa ve ona ait semboller birer ağaç ve topraktan ziyade bir toplumun uzun zamanda yarattığı sembolik etkileşimin evi olduğu için değerlidir. Talan ve yıkım, doğada ve mekânda, üzerine üretilmiş değerler dünyasının etkileşimini yok etme tehlikesi doğuruyor. Değerler dünyası bireylerin gündelik alışkanlıklarının yozlaşmasının/yok olmasının önündeki engeldir. Arif Dirlik bize hayati bir soru sorar: “Bazı hayvan veya bitki türlerinin tükenmesi günlük varoluşun bir parçası haline gelirse, bu aynı zamanda kalkınma ile bir kenara atılan insan hayatlarının gündelik yok olma trajedisini kanıksamamızı sağlar mı?”¹
İnsana ve doğaya dair zihnimizde binlerce yıldır kurulan ilişki bağlamında üretilen insan hayatının gündelik akışı/değerleri tüketimin nesnesi haline geldiğinde, artık doğa ve insan tüketilmeye mecbur birer rakip olarak görülmeye başlanır. Hem tarihsel kent mekânları hem de doğal alanlar, insanın yaşadığı toplumunun sürekliliğini simgeleyen canlı ve dinamik öznelerdir. Haliyle tüketim alışkanlıklarına veya bürokratik kararlara kurban edilmeyecek kadar değerli ve önemlidir. Ortak aklı ve yaşamı sembolize eden nesnelerin tüketim toplumunun basit gereçleri haline getirilmesi, toplumun kurucu öznesi olarak değerlendirilebilecek değerlerin yok olması anlamına geliyor. Bu anlamıyla çevre sadece çevre olmaktan öte, bir yaşam tarzı ve dünyayı yorumlama şeklinin sembolüdür. Haliyle çevre problemleri, suyun kirlenmesi, ormanların yok edilmesi, tarihi eserlerin kötü bir nostaljik zevke kurban edilmesi vs. gibi meseleler, nefes aldığınız toplumu canlı ve dinamik kılmak veya yok etmek gibi iki seçeneği önümüze koyuyor. Tarihi alanların kafelere dönüştürülmesi, kentsel dönüşümde mahallenin ortadan kaldırılması da en az ormanların enerji sektörüne kurban edilmesi kadar önemlidir. Bir diğer mesele de estetik algımıza yön veren mimari anlayışımızın, yaşadığımız, anılarımızı biriktirdiğimiz mahallemize verdiğimiz değerin, doğa ile kurduğumuz bağlılığın kötülenmesi ve adeta sürgün edilmesidir. Yaşam alanlarını işgal eden politik, sosyal ve kültürel doku, sanatı ve estetiği bir sürgün pratiğine hapsediyor. Türkiye toplumuna dinamizm veren kültürel çeşitlilik ve süreklilik sosyal hayatın dışına itiliyor.
Kültür üretimi yaşam alanlarının tarihsel akışkanlığı ile devam eder. Kentler tarihsel akışkanlığın en önemli şahitleridir. Orhan Pamuk, İstanbul’un değişimini anlatırken bize baskın hatlarla belirginleşen tarihsel kopukluğu resmeder. Ona göre şehrin sokaklarındaki, dükkânları ve meydanlarındaki değişim insan gövdesindeki yaralar, çıbanlar ve yıpranmalar gibidir. Önce onu çocuksu bir telaş ve kederle daha sonra kendi gövdenizin şekil değiştirmesi gibi tevekkül edersiniz.² Sonrası ise insanın kendi bedeni ve varlığı ile hesaplaşmasıdır. Beden insan için sanatsal bir tasarımdır. Ondaki bozulmalar sadece bedenle kalmaz, ruhunuzu sarmalamaya başlar. Sanat, insanın değişime müdahale şeklidir. Mimarlar sanatı sokağa biraz da politik olarak taşıyan figürlerdir. Yaşam alanlarının sanatın politik yönünden koparılması, sokak siyaseti denen nobranlığı önümüze çıkarıyor. Bu durumda sokağa, mimariye ve sanata politik figürlerin yön verdiğine şahit oluyoruz. Yaşam alanları siyasi figürlerin anlık kararları ile şekillenmeye başladığında ise ifsat hızlanıyor. Çünkü politikacılar için tarih, kültürel bir alışkanlık değil, bir yaratımdır. Haliyle hızlı tüketilip yok edilmeye, değişirken harcanmaya müsaittir.
Ekonomik Perspektif
Devlet çoğu zaman toplumu ekonomik kaygıları merkeze alarak organize ediyor. Böylece ekonomi tüm hayatın temel bilimsel disiplini haline getiriliyor. Meslek seçimlerinden aile tasarımına kadar etkinlik alanı genişleyen ekonomik perspektifin insanların yaşam alanlarında oluşturduğu tahakküm, nihai iktisadi olgu olarak devleti büyütmenin yolunu da iktidara öğretiyor. David Harvey, Umut Mekanları’nda 1968 olayları sonrasında devlet denen aygıtın kentler üzerinden oluşturduğu tahakkümü ele alıyor. Kitap, Amerika’da yaşanan kentsel dönüşümün sosyal adalet problemini mekân bağlamında yeniden nasıl ortaya çıkardığını analitik bir analiz biçimiyle önümüze seriyor. Bugün kentsel dönüşüm sadece kentin dönüşümü ile sınırlı değil. Kentsel dönüşüm, yaşam alanlarının kültürel bir proje yaratma hırsına kurban edilmesidir aynı zamanda. Bireylerin konut ihtiyacını sağlamakla kendini yükümlü hisseden devlet aygıtının yapısal ihtiyaçları göz ardı etmesi önemli problemleri ortaya çıkarıyor. Şehri kendi kültürel ve sosyal dokusundan kopararak dizayn etme çabası bürokratik tahakkümün alanını genişletiyor. Bu da en çok kentin kimliğini yeniden yaratan sınıfsal ayrımı ortaya çıkarıyor. Kent, sınıfların varlığı ile ayakta kalan bir çatışma alanı olarak önümüzde duruyor. Kenti var eden üst sosyal ve kültürel sınıfların yaşam alanları merkezilik rolünü üstleniyor ve mekânın geri kalanı ise kriminal alanlar olarak tanımlanıyor. En nihayetinde kent, beyaz yakalıların veya beyaz yaka olmak için eğitim alanların özgürlük alanı olarak her an yeniden yaratılıyor.
Yaşam alanı, bireyin ve cemaatin kendi kültürel eylemini teorik ve pratik olarak ortaya koyma becerisi kadar reeldir. Bürokratik iktidar tarafından dizayn edilen mekânlarda kültür, topluma değil devleti inşa eden sisteme aittir. Bu açıdan Türkiye’de sivil toplumun öncelikli görevlerinden biri, bireylerin kültürel özerkliklerini koruyacak toplumsal yaşam alanlarının kurulması ve savunulması olmalıdır. Sivil inisiyatif ve karar alma süreçlerinde aktifleşme, kentleşme sürecinde olan Türkiye için henüz erken görülebilir. Kır ile kent arasındaki doku uyuşmazlığının en önemli nedeni, şehirde bürokratik tepeden inme kararlara karşı sivil toplumun pratik tecrübe kapasitesinin olmasıdır. Kır toplumu hem modern anlamda bireyin ortaya çıkmasına engeldir hem de okuryazarlık ile ortaya çıkan toplumsal sözleşmeye kapalıdır.
Mekânı Ayakta Tutan Değerler
Kent, toplumsal sözleşme ile bireylerin yaşam alanlarını güvenlik, estetik ve özerklik çerçevesinde yazılı hukukun bir parçası haline getirir. Ayrıca yaşam alanları ekonomik, sosyal ve kültürel bağlamın da garantörüdür. Son 10 yılda AVM benzeri tüketim merkezlerinin kentin merkezilik rolünü üstlenmesi, tarihi oluşturan kültürel akışın taşınmasına engel oluyor. Çünkü tarihsel figürler her dönem için yeni bir anlam yaratma potansiyeline sahiptir ve bu anlamda sosyal dinamizmi sağlar. Sosyal dinamizm, son kullanma tarihine sahip bir metanın bünyesinde neşet etmez. Tıpkı bunun gibi kültürün üreticisi tarihi bir ‘değer’in kitsch bir piyasa ürünü olarak pazarlanması onu nesnel bir değersizliğe iter. Mekânı ayakta tutan değerler bireyin de sosyal, kültürel ve siyasal güvencesidir.
Türkiye toplumunda aydınların, sivil alanların inşasına teorik ve pratik katkı sunmak açısından rolleri oldukça önemlidir. Sivil siyasetin, mimarinin, hukukun vs. varlığı, devletin otoriter pratikleri karşısında bireyin özgürlük alanına imkân tanıyacaktır. Bireylerin kültürel ve sosyal yapı içerisinde kuracakları ilişki biçiminin sınıfsal varsayımları azaltacağı öngörülebilir. Çünkü devletin organize biçiminde kurulan bağda, ekonomik olarak üst sınıfların sosyal hayatta devlet rolüne bürünmesi sokağın yapısında kırılganlık yaratır. Ekonomik gücü elinde bulunduran elitlerin ‘devlet taklidi’ yaparak sokağı dizayn etmesi, devletin bürokratik güçlenmesine katkı sağlar. Bahsedilen kırılganlığa karşı kültürel ve ekonomik yatay ilişki biçimi sosyal akışkanlığı güçlendirebilir ve böylece siyasal veya ekonomik imkânlara her bireyin ulaşabilme potansiyeli yakınlaşabilir.
Sosyal akışkanlık, yani sosyal konum veya sınıf değiştirebilme olanağının bir değer olarak kabul edildiği, fırsat eşitliği veya açıkça eşitliğin iyi bir şey olarak görüldüğü toplumlarda, herkes toplumun bütününü anlama ve toplum hayatının bütününe katılma amacını paylaşır ve herkesin ihtiyacı toplumun refah düzeyi tarafından belirlenir.³ Sosyal ve kültürel alanda etkin bir sivilleşme, yaşam alanlarının toplumun kendi gerçekliği ekseninde bürokrasiye karşı savunma gösterebilir. Bu elbette hukuk, sosyal politika, kültürel yapılanma gibi son yıllarda devletin organize ettiği alanların sivil toplum tarafından aktif bir akılla ele geçirilmesi ile mümkün olabilir.
__
¹DİRLİK, A. (2012): Küreselleşmenin Sonu mu? (Çev. İsmail Kovacı – Veysel Batmaz). Ayrıntı Yayınları
²PAMUK, O. (2010). Manzaradan Parçalar; Hayat, Sokaklar, Edebiyat. İletişim Yayınları.
³Irzık, G & Buğra, A. (2013). İnsan Doğası, İnsan İhtiyaçları ve İktisat. Yay. Haz. Tanıl Bora, Semih Sökmen, Kaya Şahin. Sosyal Bilimleri Yeniden Düşünmek: Yeni Bir Kavrayışa Doğru. Metis Yayıncılık. Sf. 34-41
Yaşının ORJİNALİ için bakınız:https://www.perspektif.online/turkiye-bizim-evimiz-mi-3-yasam-alanlarini-konusmak/
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Hikmet Akademisi'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.