Türkiye’nin 1980 sonrasi siyasal tercihlerini ve kültürel yapisini ciddi manada etkileyen kirdan kente göç olgusu, bugün mülteciler üzerinden yeniden sekilleniyor. Kentin dis mahallelerine yerlesip çalismak için merkeze her gün göç etmek zorunda kalan mültecilerin yasadiklari dislanma, Kürt nüfusun tecrübesi ile benzer özellikler barindiriyor.
Issizlik maasini almak için PTT subesine giden 30’lu yaslardaki genç adam memura kimligini uzatti. Dogum yeri ibaresinde Diyarbakir yaziyordu. Memur kasada yeterince para olmadigini, beklemesi durumunda bir saat içinde para gelecegini söyledi. Bu duruma morali bozulan hatta sinirlenen adam: “Devlet parayi Suriyelilere veriyor!” diye bir nara kopardi. O anda subenin içinde islem sirasi bekleyen tüm müsteriler de bu feryada haklilik payi verircesine baslarini salladilar. Bundan güç alan adam devam etti: “Kardesim biz de is ariyoruz, çalisiyoruz yani, eve ekmek götürüyoruz. Bunlar oturup para aliyorlar. Biz de savas magduruyuz, köyümüz yakildi Istanbul’a göç ettik ama kendi ayaklarimiz üzerinde durabildik, yeter artik paramizi bunlara vermesinler.” O anda içeride bulunan belki çogu Karadenizli, Iç Anadolulu vs. herkes bu sözleri tasdik edip hak verdiler. Bu hikâye yakin Türkiye tarihinin siyasal sürecini özetler mi?
Göçün Mekânsal Yönelimi
Istanbul Türkiye’nin en fazla göç alan sehri. Göçün sebeplerini ekonomik, sosyolojik, siyasal, etnik, dinî/mezhebî vs. gibi birçok baslik altinda incelemek mümkün. Tüm bu sebepler göçün mekânsal yönelimini de etkiliyor elbette. Istanbul 1980’lerden itibaren baslayan kitlesel göç dalgasina büyük oranda hazirliksiz yakalandi diyebiliriz. Kürt illerinden Istanbul’a göç eden nüfus, öncelikle kentin disinda gecekondu mahalleler insa etti. Bu mahalleler kentin çeperleri denilebilecek sekilde yerlesim yerlerinin etrafini sardi. Göç eden Kürt nüfusun erkekleri her gün kentin iç bölgelerine ise gidip sosyal ve kültürel alana açildilar. Kadinlar ve çocuklar ise ‘getto’ havasini erkeklerden daha uzun süre soludular. Bugün Kürt meselesinde kadinlarin ve o günün çocuklarinin daha önde mücadele vermesinin altyapisi buralarda aranabilir. Zira “yoksulluk” çogu zaman ekonominin sorunu degildir. Ural’a göre yoksulluk bir seye sahip olmamanin ötesinde, dislanmanin, görülmemenin acisiyla maluldür.[1]
Gettoda kalan kadin ve çocuklarin kültürel olarak korumaya aldigi geleneksel kültür, daha sonra ortaya çikacak çatismanin teorik zeminini güçlendirecekti. Sehrin merkezine günlük is göçü yasayan Kürt erkekleri, daha önce gelip yerlesik hale gelen nüfus ile kültürel sorunlar hatta çatismalar yasamaya basladilar. Burada ortaya çikan sorun yüzyillik Kürt sorunundan farkli olarak siyasaldan ziyade kültürel imgeler barindiriyordu. Arkasindaki yüzyillik sorunla elbette organik bir iliskisi vardi ama daha ziyade yasam alanlarina uyum sorunu olarak her iki tarafin kültürel hafizasindan besleniyordu.
Yeni göçmüs Kürt nüfusun günlük aliskanliklari yerlesik Türklerin, Gürcülerin, Göçmenlerin hatta Kürtlerin rahatsizlik düzeyini her geçen gün artiriyordu. Basit günlük eylemler kültürel ötekilestirme ve baski kurmaya, sonucunda devleti merkeze alarak siyasal tahakküm olusturmaya kadar ilerliyordu. Giyim tarzi, aile hayati gibi birçok neden Kürt halkini asagilamaya yönelik envanter olusturuyordu. Çogunlugu Kürt olan nüfusun insa edip yerlestigi gecekondu mahalleler, kentin sahibi konumuna gelen yerlesik sakinler için tehdit olarak görülüyordu. Çogu kisi sehrin uyusturucu ve fuhus pazarinin buralarda döndügünü, suça yatkin kisiliklerin bu mahallelerde yetistirildigini düsünüyordu. Kente daha önce gelen “kentli” göçmen gruplar için (Bulgar, Çerkez, Gürcü, Türk vs.) sorun gecekondu mekânlarinin kir veya köy olmasi degildi, onun bizatihi kentin içinde bir alan olarak görülmesiydi. Çünkü kent kültürü bir medeniyet pratigi olarak insa edilmis Cumhuriyet ilkelerini yansitiyordu. Böylece kent kültürüne muhalif her eylem, Cumhuriyet ve nihayetinde devlet düsmanligi olarak görülecekti. Balat, Kanarya, Bagcilar Fatih, Gazi, 1 Mayis (M. Kemal) vs. gibi gettolar üzerinden kentin içinde söylenegelen efsaneler/hurafeler çig gibi büyüyüp sonunda kendini doguran kehanete dönecekti. Çünkü buralara mahkûm edilen kitle yasadigi ayrimciligi kolayca kültürel muhafazakârliga ve siyasal bilince dönüstürecekti.
“Istila” ve Kültürel Gerilim
Öte yandan gettonun disina, yani kentin içine dahil olan çalisabilen genç erkek kitle yeni bir kültürle muhatap oluyordu. Kadin-erkek sinirlarinin kirsala göre daha esnek, ticari alanda kurumsallasmanin nispeten görünür ve en önemlisi kente özgü bir özgürlesme alaninin insa edilmis oldugunu gördüklerinde belirgin bir yabancilasma yasadilar. Kent sakinleri her gün kentin merkezî is bölgelerine gelen bu genç erkek kitle için bugünlerde çokça duydugumuz bir kavrami icat etmisti: Istila. Pazar tezgâhlari, tekstil atölyeleri, lokanta bulasikhaneleri gibi alt sinifa özgü isler zamanla bu kitlenin kontrolüne geçti. Zaten kentli okumus sinif kendi çocuklari için bu çalisma alanlarini ‘hakir’ görüyordu. Ama yine de tuhaf biçimde 90’li yillari kasip kavuran issizlik sorununun en önemli müsebbibi bu istilacilar görülecekti. Issizligin sebebi olarak görülen bu istilaci kitle ile asil sorun kentin sokaklarinda, meydanlarinda, toplu tasimada yasanacak kültürel gerilim olacakti. Otobüslerde Kürtçe konusan gençler “sessiz ve anlasilir” konusmalari konusunda uyarilip, sokaklarda topluca gezmeleri garipsenecekti. Aile yapilari küçümsenip dogum oranlari “üreme” olarak tahkir edilecekti.
Kentlilesme ile alakali iki tür denklemden bahsetmek mümkün. Ilkine göre kentlesme, komsulugun ve akraba iliskilerinin ortadan kalkmasi, aile baglari ve toplumsal dayanismanin önemini yitirmesidir. Karpat’a göre göçmen kendi kültürünü terk edip bu yeni kültüre adapte olacagi için ne kadar hizli olursa o kadar iyi isler süreç.[2] Ikinci ekol ise ilkinin tam tersi olarak kentin gittikçe kirsal havaya bürünmesini merkeze alir.[3] Kirsal aliskanliklar kentin gecekondularinda kendini yeniden insa eder. Böylece kent gittikçe kirin bir parçasi haline gelir.
Türkiye’de erken Cumhuriyet ile birlikte kente yerlesip kentsel aliskanliklari benimsemis kitle için 1980 sonrasi sorun, bazi kazanimlarin kaybedilme korkusuydu. Çünkü Cumhuriyet modernlesme imgesini bünyesinde barindiriyordu ve bu anlamiyla kentli bir kültürü insa ediyordu. Tekrar kira, yani geleneksel yasam tarzina dönüs büyük bir maglubiyet olurdu. Bundan dolayi kirsal olani çagristiran hiçbir seye tahammül edilmiyordu. Kürt nüfus günlük aliskanliklari ile bu ‘geri gidis’i sembolize ediyordu.
Öte yandan gecekondu mahallelerine yerlesen ‘köylü’ nüfusun dindarlik algisi da kentli kitleye nazaran daha aktifti. Ama kentli kitle için bu dindarlik, estetik algidan yoksundu. Bunun için ‘din’ dahi onlara birakilmayacak kadar önemli hale geldi. Burada kentli dindarligi ile tasrali dindarligi belirgin bir kimlik olarak insa edildi. Göçmenler için dindarlik kentin içinde bir siginak halini aldi. Kente yeni gelenler cami cemaati yardimiyla bir dayanisma agina dahil oldular.[4] Kentli dindarligi için dayanismanin öznesi olarak dinden bahsetmek mümkün degildi. Mekânsal olarak lokal benzeri mekânlar bir iletisim imkâni sunuyordu ama siyasal ve kültürel etkilesimi saglayan en önemli unsur göçmen karsitligiydi. Kentin içinde mekânsal olarak icbar edilen sinifsalligin teorik ve pratik sinirlarini dindarlik biçimi, kültürel aliskanliklar, tercih edilen dil, egitim düzeyi ve ekonomik yeterlilik olusturuyordu.
1990’li yillardan itibaren bu mahalleler siyasal bilinçlenme alanlari olarak çogu örgütün dikkatini cezbediyordu. Kentli yerlesiklere duyulan öfke, siyasal bilinçlenmenin ve kültürel muhafazakârligin en önemli atesleyicisi olarak göçmen toplulugu dinamize ediyordu.
Mülteciler Üzerinden Yeniden Sekillenen Göç Olgusu
Türkiye’nin 1980 sonrasi siyasal tercihlerini ve kültürel yapisini ciddi manada etkileyen kirdan kente göç olgusu, bugün mülteciler üzerinden yeniden sekilleniyor. Kentin dis mahallelerine yerlesip çalismak için merkeze her gün göç etmek zorunda kalan mültecilerin yasadiklari dislanma, Kürt nüfusun tecrübesi ile benzer özellikler barindiriyor. Geldikleri geleneksel toplum yapisini bünyelerinde ve hanelerinde barindirdiklari için sadece erkeklerin çalismasi ve haliyle onlarin görünür olmasi, göç eden ana kitlenin ‘erkek’ olduguna dair bir yanilsama doguruyor. Bugünü farkli kilan, kentin kenar mahallelerinin de kente dahil olmasiyla daha bütünlesik bir yapinin ortaya çikmis olmasi diyebiliriz. 1980 sonrasi yasanan göç dalgasinda göçmenler kentten kopuk mahalleler insa edebilme imkânina sahiptiler. Ama bugün mülteciler alt sinifa terk edilmis kentin içinde kalan mekânlara yerlestiler. Daha önce Kürt nüfusun yogun olarak yasadigi semtler artik Suriyeli mülteciler ile anilmaya baslandi.
Türkiye’de Kürt halkina yönelik devlet tarafindan yürütülen baski ve asimilasyon politikasinin bir yönünü de kentli-köylü gerilimi üzerinden halkin tavri olusturuyor. Simdi gelinen süreçte kentli kimliginin Türkiyeli üst kimligi ile bütünlesmesi, halkin tavrinin “sonradan gelenler” olarak mültecilere yönelecegini gösteriyor. Yazinin basinda konu edinilen hikâyenin özneleri olarak Kürt, Türk, Gürcü, Çerkez hatta Arap kentli nüfusun ortak düsman olarak mültecileri yaratma tehlikesi önümüzde duruyor. Bununla birlikte yogunlugunu Suriyelilerin olusturdugu mültecilerin, ikinci kusakta olmasa bile üçüncü kusaktan itibaren egitimli kimlikleri ile kentin kültürel ve siyasal dokusuna temas edecegi görünüyor.
Istanbul’da yerlesik kentli Kürt nüfusun bu durum karsisinda alacagi pozisyon, mültecilerle yerlesikler arasindaki uyum veya çatismayi belirleyen en önemli etmen olacaktir. Ayrica mültecilerin devlet ve toplum ikileminde hangi siyasal iklime dahil olacagi da yine Kürtlerin tavri ile ortaya çikacak gibi. Öte yandan Kürtlere karsi toplumsal tabanda yaratilan düsmanlik olgusu Suriyelilere dogru kanalize olursa bu durumda reel siyasetin Kürt meselesi algisi da degisebilir. Devletin olmasa da toplumun yeni düsman olarak yarattigi “istilaci” mülteciler, Kürt sorununu merkeze alan veya dert edinen siyasal olusumlar açisinda da dikkate alinmali. Mültecilere karsi toplumsal istikrarin ve haliyle devletin “fabrika ayarlari”nin yaninda yer almasi muhtemel Istanbullu, egitimli genç Kürt nüfus için etnisite merkezli siyasal söylemin uzun vadede karsiligi olmayabilir.
Bastaki hikâyeyi Ursula K. Le Guin’in Mülksüzler romanindan bir paragraf ile tamamlamak gerekir:
“Ne kaliyor geride o zaman? Soyutlanma ve umutsuzluk mu? Kardesligi yadsiyorsun, Shevek!” diye haykirdi uzun boylu kiz.
“Hayir – hayir, yadsimiyorum. Gerçek kardeslikten ne anladigimi söylemeye çalisiyorum. Gerçek kardeslik – paylasilan acida basliyor.”
“O halde nerede bitiyor?”
“Bilmiyorum. Henüz bilmiyorum.”
__
[1] Ural, Tülin (2021). Yerli ve Milli Sinirlar; Modern Türkiye’ye Edebiyat Üzerinden Bakislar. Istanbul. Alfa Yayinlari. Sf. 115
[2] Karpat, Kemal (2020). Türkiye’de Toplumsal Dönüsüm; Kirsal Göç, Gecekondu ve Kentlesme. Çev. Abdulkerim Sönmez. Istanbul. Timas Yayinlari
[3] A.g.e, sf. 54
[4] Özet, Irfan (2019). Fatih Basaksehir; Muhafazakâr Mahallede Iktidar ve Dönüsen Habitus. Ankara. Iletisim Yayinlari.
Bu yazida yer alan fikirler yazara aittir. Hikmet Akademisi’nin bakis açisini yansitmayabilir.
Bu yazi 12.05. 2022 tarihinde perspektif.online sitesinden alintilanmistir. Yazinin orijinali için linki tiklayiniz.
https://www.perspektif.online/kurtler-ve-multeciler-civi-civiyi-soker-mi/