Kula kulluk yetsin artık dedik. Yetmedi. Ernesto’ya bin selam daha fazla Vietnam dedik. Her yer Kerbela oldu. O zamanlar sesimiz kısıktı, megafonumuz mikrofonumuz yoktu. Belki en çok soru sorulan sarı çiçeklerle ve şol cennetin ırmaklarıyla teselli olurduk. Esas özlemlerimizi sürekli öteler, çokça çocukça üşürdük: Ben güneyli çocuk, arkadaşım ben güneyli çocuk üşümesi.
Var gücümüzle bazı kavramlara asılır, olmayacak dualara olur olmaz âmin derdik. Âmin. Sonra geri geleceğine inandığımız bir tarihe sarınırdık. Sazımız sözümüz yoktu. Başkalarının konserleri oldurdu bizim tıka basa konferanslarımız. Dünyadan bihaberdik ama o zaten bir cenabetin elinden bir cenabetin eline geçen hamam tasıydı dünya. Hem onu en baştan çıkarıcı metaforlarımızla sil baştan değiştirecektik.
Zamanla sesimiz oldu. Haykırdıkça ısındık, çoğaldık. Solo sayıklarken kırklara karıştık. Derlendik dernek olduk, cem olduk cemaat olduk, legal illegal özlemlerle yürüdük üstüne altına dünyanın. Yankısını sevdik sesimizin, hayran bile olduk. Siyahbeyazdan, kankırmızıdan, mormenekşeden ayrıldık ayrıştık. Işıksız odalarda, duvar diplerinde merkez duysun istedik avazımızı. Merkez duydu, sağır sultan bile duydu.
Sesimiz sağdan soldan çırpıştırılmış, budanmıştı ama işte el alem içinde biz de artık iyi kötü ritim bulabiliyor, tempo tutabiliyorduk. Elimizi en üstten, iki dünya saadetinden açtık ki kimsenin eli dili oraya yükselmesin. Dünyayı ‘mamur kılmağa’ memurduk. Bal tutar dökerdik. Tuttuk, döktük.
Ağır mısralarla ne yokuşlar çıktık. Sermayemiz kuşyemi kadardı. Zamanla artırıma gittik, büyüdük. Eklektiktik, kırk yamaydık. Durulduk, aştık. Konum değiştirdik. Dâvetten propagandaya geçince somyadan kanepeye taşındık. Çoğaldık, merkeze alındık. Canetti yazdı. Hoffman yazdı, ben yazdım. Nitelikten veriyor nicelikten alıyorsun. Az mı iyi, çok mu iyi? Tabii ki çok iyi.
Aştık oraları. O minvalde kavisler çizdik, biledik, bilendik. Suyun akarı yönünde aktık. İyi de oldu. Kristalize, sterilize, pastörize olduk. Öyleyken böyle olduk. Böbrek taşlarımızı kırdırdık ve yeni şeyler söylemek için her günü yeni bir gün bilerek yeni türküler şarkılar söyledik. Beraber söyledik.
Arsaya tapu aldık ki imar geçiversin. Geçiverdi. İmar, inşa, emsal bizim işimiz. Ceddin dedenle taşındığımız gecekondudan köyümüze dönelim özleminden bu akıllı evlere taşındık. Ne yapalım, iki elimiz dolu dönemezdik Fatih’e, Demetevler’e. Neyse ki düğüm çözüldü de devran döndü. Yerimizde saysak yerimizde sayacaktık. Davaya omuz vererek, tali yollardan Samsun asfaltına çıktık. Burada otomobiller tabii ne güzel ışıl ışıl. Yürüyelim arkadaşlar. Yürüdük. Çürüyelim arkadaşlar. Çürüdük.
Zurnazen tempoyu artır,
Davulzen sen de geri kalma.
Uygun adımın en uygunu. Süte su katalım da bursiyerimiz kursiyerimiz, abonemiz, üyemiz bereketlensin. Olur, katalım. Aman dikkat edin, su Terkos olsun ki kul hakkı geçmesin. Amme hakkı kul hakkı değil mi? O başka, O kamu. Şamandan Kaman, kamandan kamu. Kamu kam alsın: Bir daha mı gelecez dünyaya? Bize serlevha laflar lâzım, kök mottolar. Merak buyurmayınız efendim. Buluruz en incelerini. Tarih bir hazine. Sarp yollarda beraber koşalım ki birlikte varalım menzili maksuda.
Söz dediğin mezara kadar olandır.
Hem biz kefenimizi kuşanarak çıktık yola.
Kefeniniz hangi marka bir de onu nasıl kuşandınız?
Kumaşınızla aynı marka.
Unuttunuz mu, beraber bindik minibüse, dönme dolaba. Londan eye.
Bu susuz yokuş yöreplerde az kurban vermedik.
Ruhları şad olsun. Can verdi, kan verdi açtılar yolu.
Her cephede beraber çıktık erik dalına.
Malum erik dalı gevrektir.
“Fazla ironi iyi değil” dedi eski bir arkadaş.
Daha eski biri “Çok ima iyi değil” dedi.
Biri de “Yalnız okuyucu yorumunu beğendim” dedi.
Talimat yönünde kan kırmızı ufuk çizgisine yürüdük.
Neyse ki çizgi hakkaniyete riayetkâr davrandı, mahzun bırakmadı niyetimizi ödüllendirdi. O darlıkta kollarını açtı ve bize doğru coşkuynan koştu. Ufku kendimizde kaybettik ama talihimiz önden yaver gitti. Bize rağmen, yaver.
Kim derdi gün gelecek milletin muradı olacağız. Az buz eza cefa çekmedik ama zaten alacaklıydık. İnsan rezervimizle saadet zinciri kurduk. Sağdan gittik para bulduk. Para parayı çekti, biz birbirimizi çektik, buraya geldik. Biz kazandık onlar kaybetti: Vin Vin.
Dur duraksız yürümesek gülümsemezdi yüzümüze talih. O bize otuz iki diş gülünce biz ona bilmukabele dedik. Kaleyi içeriden fethedecektik. Ettik. Kendi gökyüzümüz olacak dedik. Gökdelenimizin üzerinde gökyüzümüz oldu. Onu kendi mavimize boyadık. Masmavi.
Her şey paraya bakıyor abiciğim bu dünyada. Başkalarının kavramlarını vakti gelince kuru temizlemeciden alıp iade edecektik, lâkin miri malıymış hepsi. Hepsi bize kaldı. Büyük buluş yüzyıllar öncesinden vakıf. Bu kadim müessese eliyle aktarabiliyor, aklayabiliyorsun.
Bir sonrakinin tarlası burası. Ektiğini biçeceksin. Yalan dünya derler, belki doğru, belki değil ama bu böyle. Çalıştık, sentezledik, güncelledik düşüncelerimizi duygularımızı. Görüş açımızı değiştirince görüşümüz açıldı. Hem lens var şimdi, bakışına istediğin rengi verebiliyorsun. Kankırmızı baktığına ben yeşil baktım diyorsun yeşil diye kaydediliyor.
Yakın uzak gözlükleri de beraber şimdi. Üstü yakın altı uzak. Yani beraber yürüdük yerli milli kızıl elmamıza. Altın Orda. Babür orada. Timur orada. Şah İsmail orada. Endülüs, Filistin, Trablus Şam orada, San’a, Bağdat, Halep burada. Yer gök su feryat ediyor. Biz de ediyoruz.
Salih Bin Şerif’in şiirini ne yapsın padişahımız. Şair dediğin bizde gani. Vakıf, dernek, parti, cemaat, belediye, valilik, sivil toplum, bakanlık, devlet, millet, dışkapı, ulus, kızılay, yeşilay, emniyet asayiş berkemal şairi. Tarih saçağımız sığınağımız.
Ayıp demesi acıkınca yeriz tarihi ama hemen yenisini de üretiriz. İstesek koynunda yatardık. Yatmadık. Şimdi ümmetin eli böğründe o başka. Bunlar vekâlet savaşı. Vekâlet savaşlarında da ‘şehitlik’ var mıdır, sormak lâzım hoca efendilerimiz bilir.
Doğrudur eğeye dilini süren kediyle kanımızı içtiğimiz. Lezzetliydi. Dilimiz kopana, sözümüz bitene kadar testereyi yaladığımız da doğru. Kötü olmadı. Dilsiz dudaksız kaldık ama işte çoluk çocuğun da nafakası çıktı.
Sırtlanlar avlanmazlar, başkasının avlandıklarını çalarlarmış. Alâkası yok ama bir yerde durması gerekiyordu bu tespitin. İsim vermeyelim, şimdi hepsi batık o çok ortaklı şirketlerde harman harman üstüneydi. Samanı bile zayi edilmedi, kerpiç yapımında değerlendirildi. Bir alakasız tespit daha. Başkalarının tarih anlayışını da kendi çelik gömleğimizin üzerine v yaka hırka olarak giydik.
Kritik kaotik zamanlardayız. Böyle zamanları fırsata çevirmeli. Ne çektiysek ataletten, meskenetten çektik. Galata bankerlerini kaçırdık, bari bu fırsatı kaçırmasak. Tarihi talihler ayağımıza kırmızı halı serdi.
Genç adama iki öğüt ver deseler hımbıl olma, mıymıntı olma derim. Cevval olmalı, pragmatik, uyumlu, entegre, zamanın ruhunun idrakinde. Yürürlükteki bu kavram setini herkes kullanmış kazanmış, biz de kullanalım. Derdimiz uyumsa bu aşınmış dar, sığ kavramlarla bu yolu gidemeyiz.
Bu tam iade edecekken nefsimize yenilerek yemek gafletinde bulunduğumuz kavramları bizden önce kullananlar bizim tarlada unutmuş zaten. Kısmet ayağına gelmişse, lutfedip eğilip alacaksın. Aksi küfranı nimet olur. Dünyanın düzenini koruyan tel örgüleri, bekasını bekleyen bekçileri ayakta uyutup aşacaksın.
Size koruma kalkanı lâzım efendimiz. Biz emrimizdeki cinleri ve şeytanları himayenize vazifelendirdik. Zât-ı âlilerini zırhladık, onların gözlerini bağladık. Huuu diyelim Huuuu… O inşaat mı dediniz, süratle yürüyor efendim. Arkadaşlar bişeyler yaptı bin konut daha ekledi. Benzinlikler, cafeler, sosyal tesisler, yurtlar, okullar, tahsisler tamam.
Ben hep söylerim. Yol bilecek, aşacaksın. Doğruculuk her yerde her zaman doğru değil. Arkadaşlar ahlakçılık yapmış, haber vermiş öbür tarafa, gelip kavramlarını alsınlar diye ama gelen giden olmamış. Onlar tok. Kavram açıkları yok ki bizden düşeni toplamanın derdine düşsünler.
Arada bambaşka marşlarımız ile başımızı göğe erdiren, ayaklarımızı yerden kesen yüksek yüksek rüyalarımız oldu. Şekilli folyo balonlarımız. Bizden maada kimsede olmayan kalp şeklinde şişkin, şeffaf, krom balonlar. Büyük anlatıların çöktüğü bu zamanda yalnız bizde olan balonlar.
Dava az kıymettar az uçurucu bir balon değil. En kıymetli mâdenlerden daha kıymettar. Dron gibi bişey. Öldürüyor ama ölmüyorsun. Tam uyum bu değilse ne? Bu bir cenabetin elinden bir cenabetin eline geçen dünyaya. Dünya bizim. Ona biz entegre olmayacağız da kim olacak?
On iki eylül sentezinden geldik tamam ama ne sakıncası var? Millî Birlik Komitesi’nin, konseyinin yüksek fikirleri devletin çelik kasasında. Biz de kullansak bu seti fena mı olur?
Nizam fikri bizde her daim pek yüksek hayranlık uyandırırdı. O kara yağız delikanlı demişti ya ‘tarlamızı sürmüşler’ diye. O gün bugündür sözü nereye sürüklesek bu laf gelir oturur bağrımıza böğrümüze. Merhuma da meğer bizim tarlayı sürdürmüşler. Şu bizim susuz yokuş yörep taşlı tarlayı. Ne akıl ama. Şeytanda yok. Neyse.
Bu uzun ince yoldan az gittik uz gittik, buraya vardık. Yani demem o ki: Beraber yürüdük biz bu derelerde tepelerde, biz bu sarp yokuşlarda, bu sert inişlerde, bu keskin kavislerde. Sonra karda kışta, beraber yürüdük, beraber çürüdük…
Okuyucu Yorumu: Senin bu çok tekrarlı, bu döne döne motivasyon kırıcı, şüphe uyandırıcı öykümsü denemelerin, bu söylenmelerin, bu ucu açık sızlanmaların, yazıklanmaların, bu Cioranvari, çürümeli karamsarlığın insanın elini böğründe bırakmaktan başka bir şeye yaramıyor. Bundan önceki üç yazını da okudum. İki ana fikrin var: Biri otur ağla, öbürü ört ki ölem. Bence sen bundan başka bir şey söylemiyorsun. İnsanın yığılıp kalması sana ne kazandırıyorsa? Ya kişisel bir yaran var ya müjden elinden alınmış. Keza, kazanımlarımızdan rahatsız olduğun da besbelli. Dizinde top sektirmeyi bırak da ne yapılması gerekiyorsa bize onu söyle. Ne yapılmalı? Sözün varsa, söyle, yoksa sus. Seni engelliyorum. (Şükrü Erat/ İzmit )