Yıldönümünde Aksa Tufanı ve Dünya
7 Ekim günü hem Filistin halkı hem İsrailliler hem de tüm dünya ilginç bir sabaha uyandı. Yıllardır toprakları küçük küçük işgal edilip en basit insani haklardan mahrum bırakılan Filistin halkı zaman zaman çeşitli eylemlerle dünya kamuoyunda sesini duyurmaya çalışıyordu. Fakat bu defa işgalci İsrail rejiminin topraklarına giren Filistinli savaşçılar kendi haklarını talep etme noktasında çok daha cesur bir adım atmışlardı. Sonrasında yaşanan soykırım ise dünya tarihinde bir kırılma olabilecek nitelikte tüm vicdanlı insanları rahatsız etti.
Filistin’de mücadele veren çeşitli örgütlerin zaman zaman yaptıkları eylemler dünya kamuoyunda çeşitli kırılmalar yaratmıştı. Kimilerine göre terör sayılabilecek bu eylemlerin hiçbir meşruiyet kaynağı olamazdı. Devlet liderlerinin çoğunluğu İsrail rejiminin hemen tüm faaliyetlerini destekleme gayreti içinde peş peşe açıklamalar yapar, daha ziyade sol ve İslamcı gruplar ise farklı sebepleri gerekçe göstererek Filistin direnişinin yanında yer alırdı. 7 Ekim “Aksa Tufanı” ise dünyada eşine az rastlanır bir kamplaşma ve dünya genelinde farklı mücadele alanlarının bir araya gelmesini tetikleyen bir misyon yüklendi. Avrupa’da, başını sendikal örgütlenmelerin çektiği 100 binlerce insan birçok başkentin ya da büyük kentlerin meydanlarında yürüyüşler yaptı. 1968 yılında ABD başta olmak üzere dünyanın birçok yerine etkisini gösteren önemli üniversitelerdeki büyük protestoların benzeri eylemler halklarda yeniden heyecan yaratırken devletlerin tedirgin halleri daha despotik müdahaleleri peşinden getirdi. 100 seneye yakındır Filistin halkının devam eden mücadelesinin çoğu zaman sönük tepkilerle karşılanmasına rağmen boykot gibi lokal mücadele örneklerinin ilk defa bu kadar yaygın karşılık bulmasının bazı konularda dünya genelinde yaşanan kriz durumlarıyla bağlantısı olabilir.
2019 yılında başlayıp dünya genelinde çok ciddi izler bırakan pandemi dönemi sadece ekonomik değil sosyal ve siyasal adaletsizliklerin de daha belirgin açığa çıkmasına neden oldu. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra artan gelir adaletsizliği sermaye sahiplerinin sınırsız genişlemesine, geri kalan halkların ise günlük geçim uğraşları ile sosyal ve siyasal haklardan mahrum kalmalarının neden olmuştu. Dünya genelinde yaşanan bu durum bazı devletlerin küresel ölçekte yayılmaya müsait işgal ve savaş faaliyetlerinin de gerekçesi kılınıyordu. Halklarının artan yoksulluğa karşı tepkisini minimalize etme ve aynı zamanda daralan ekonomik faaliyetleri artırma gayretiyle büyük devletler ya kendilerinin dâhil oldukları Afganistan gibi savaşlar ürettiler ya da bölgesel gerilimleri tetikleyerek arabulucu rolünde ekonomik ve siyasal kazanımlar elde ettiler.
1980 sonrası artan neo-liberal politikalar ise kültürel işgal ve sömürünün yeni örnekleri olarak sermayenin ulus-devlet sınırlarını aşarak serbest dolaşım kapasitesini daha da artırdı. Sermaye sahiplerinin servetlerini günbegün artırdığı bu denklemde yoksul halkın oranı her geçen gün büyüdü. Bu denklem devletlerin de sermaye ile kurduğu bağın güçlenerek ulus-ötesi şirketlerin devlet politikalarını yönetme kabiliyetlerine hız verdi. K. Karatani’ye göre klasik ulus-devlet, ulus ve devletten oluşan iki ayaklı bir yapıya sahipti. Oysa günümüzde bu denkleme sermayenin de dahil olmasıyla ulus-devlet-sermaye olmak üzere üçlü yapıya sahiptir.¹ Sermayenin eklemlenmesi ulus kavramının yapısını bozmak yerine onu küresel alanda rekabet edebilen bir oyuncu haline getirme sonucu üretti. Ulus üzerinden kendini var eden vatandaş tanımının küresel vizyonda rekabet edebilen bir birey yaratması, devletlerin kültürel sömürge süreçlerine dahil olabilmesini kolaylaştırıyor diyebiliriz.
Pandemi dönemi dünya genelinde artan işsizlik, özellikle gelir düzeyi düşük insanların yoğun yaşadığı ülkelerde ekonomik, sosyal ve siyasal krizlerin tetiklenmesine neden oldu. Oxfam’ın 2021 Ocak ayında yayınladığı rapora göre dünyanın en zengin 1.000 milyarderinin servetinin pandemi öncesi seviyesine çıkması sadece dokuz ay sürdü. En yoksulların durumunun düzelmesi için ise en az 10 yıl gerekiyor.² Öte yandan artan yoksulluk sadece işsizlik üzerinden açıklanamaz. Aksi takdirde emek ile yoksulluk arasındaki derin uçurum göz ardı edilmiş olur. Yapılan çalışmalar, artan yoksulluğun etkilediği bireylerin önemli bir kısmının çalışan olduğunu gösteriyor. Bu durumda emek ile yoksulluk arasında gelişen ilişki biçimi insanların çalışarak elde edebilecekleri gelirin sosyal hayatlarına etki etmediği gerçeğini göz önüne koyuyor.
Artan yoksulluk ya da zenginlik sadece gelir adaletsizliğine işaret etmez. Sosyal adaletsizlikleri ortaya çıkaran bu durum çeşitli siyasal gerilimlere de neden oluyor. Hukukun sermaye sahiplerini koruduğu hâlihazırdaki çoğu devlet yapısında sermaye ile emek arasında görünür/görünmez çatışma alanları inşa ediyor. ‘Batı dışı’ toplumlarda iktidarlar genelde yoksulluğun ve hukuksuzluğun veya özel hukuka sahip sınıfların kaynağı/yaratıcısı olarak tanımlanan Batılı ülkelerin bir piyonu olarak görülür. Onlara karşı yükselen öfke aynı zamanda sömüren-sömürülen arasında temsilciler üzerinden yürüyen yeni bir ilişki biçimini de inşa eder.
İsrail bölgede kendini Batı kuşağının bir temsilcisi olarak inşa etti. Eski Başbakan Ehud Barak’ın İsrail için kullandığı “Ormanda bir villa!” metaforu ile Netanyahu’nun “Bu, ışığın çocukları ile karanlığın çocukları arasında, insanlık ile orman kanunları arasında bir mücadeledir!” cümlesi aynı kodlamanın ürünüdür. İsrail Doğu toplumları içinde aydınlanmayı, haliyle “güçlü, sömüren devlet”i sembolize eder. Pandemi sonrası artan çalışan yahut işsiz yoksul kesimin emek ile sermaye arasında kurduğu çatışma zemini İsrail ile Filistin’i bir sembol olarak kurgulamıştır denilebilir. İsrail’i kuran Yahudi cemaatinin üyelerinin hem Avrupa’da hem de ABD’de güçlü ulus-ötesi şirketlerin sahibi olması da bu veriyi onaylıyor. Filistin’e destek veren Colombia Üniversitesi gibi seçkin okulların öğrencilerinin sert müdahaleye maruz kalması da benzeri bir durumun sonucu olarak öne çıkıyor. Dünyada sermaye yönetimi ve akışını sağlayan insan kaynağını temin eden bu üniversitelerin sponsorlarının Siyonizm’e destek vermesi bu açıdan şaşırtıcı olmamalı. Haliyle herhangi bir yerdeki protestodan daha sert tepki verilmesi veya dünya genelinde etki uyandıran eylemler yapılmasının bir nedeni de bu durumdur.
Antony Loewenstein’in Filistin Laboratuvarı kitabı, kendi ifadesiyle despotizmin kompakt teknolojiler sayesinde daha önce hiç olmadığı kadar kolay paylaşılabildiği yönünde bir uyarı teşkil ediyor.³ Ayrıca kitap, Filistinlilerin üzerinde denenen silahların ihracı ile İsrail’in nasıl dev bir sermaye ağı kurduğunu göstermesi açısından önemli bilgiler içeriyor. Öte yandan sermaye akışını elinde tutan bu küçük ülkenin aynı zamanda denenmiş silahların yanında işgal sürecini yürütmeye dair diğer ülkelere ‘psikolojik motivasyon’ da ihraç ettiğini bu kitaptan okuyabiliriz. Nitekim İsrail yanlısı İnkâr ve İftirayla Mücadele Birliği (anti-dafamation Leauge, ADL) İsrail’e eğitim amacıyla ABD polislerini gönderen bir projeyi hayata geçirmiş. Böylece polislerin sokak olayları ve terörizmle mücadelede İsrail’den ilham alması tasarlanmış.⁴ İsrail’in terör tanımının uluslararası hukuk kurallarının tüm değerlerini çiğnemesi gerçeğine rağmen yapılan bu protokol, aslında kendini “Ortadoğu bataklığı”nda nasıl konumlandırıp hayatta kaldığı motivasyonuna odaklanıyor. Öte yandan silah sanayii başta olmak üzere sermaye üzerinde elbette büyük devletlerin desteğiyle kurulan bu ağ, emek sömürüsü başta olmak üzere dünyadaki fakirliğin de önemli bir sebebi.
Sermaye ve emek arasındaki çatışmanın ülkeler bazında bir boyutunu da devletlerin işgal ve ikna politikaları olduğunu söyleyebiliriz. Psikolojik harp tekniği ile sivil görünümlü para-militer silahlı gruplar oluşturan İsrail, diğer ülkelerin kendi halklarından özellikle ulus kimliğinin dışında kalmış halklara karşı nasıl baskı yapılacağının da eğitimini veriyor. Sermaye akışının devamlılığı biraz da diğer ülkelerdeki gerilimlerin beslemesine bağlı elbette. Bu açıdan ulus-devlet Formunun devam etmesi ve ayrılıkçı gruplara yönelik baskı, İsrail devletinin varlığını devam ettirmesi adına önemli bir argüman olarak öne çıkıyor.
Kuraklık, küresel ekonomik krizler, savaşlar ve değişen tüketim alışkanlıkları uzunca bir süredir insanlığın kitleler halinde göç etmesine neden oluyor. Özellikle yoksul nüfusu yoğun toplumlarda genç nüfus iş arama ve ailesini geçindirme kaygısıyla Avrupa veya ABD’ye göç ediyor. Göç ile birlikte ortaya çıkan bazı problemler, devletlere, özellikçe milliyetçi topluluklar tarafından sosyal ve siyasal baskı yapılmasına neden oluyor. Türkiye de dahil Avrupa’da yükselen sağ ve ABD’de Trump gibi “beyaz güçlü Amerika” hayaline sahip milliyetçi figürler vatandaş tanımının daraltılması adına politika üretiyorlar.
Klasik milliyetçilik tanımının değiştiğini de söyleyebiliriz. Örneğin Türkiye’de son yıllarda nitelikli veya niteliksiz göç ayrımı yapılmadan nüfus hareketliliğine odaklanan söylemler gençler arasında popülerlik kazanabiliyor. İktidarların göçü meşrulaştırmak adına ürettiği ne dinî söylem (ensar-muhacir kardeşliği vs.) ne de ekonomik iddialar (genç nüfus azlığı ve istihdam sorunları) toplumsal gerginliği büyüten ırkçı söyleme etki ediyor. Filistin ile Refah kapısında sınırı olan Mısır’ın muhtemel bir göçü engellemek için sorunu çözme noktasında gayret göstermesi başka politik imkânların da yolunu açabiliyor. Türkiye, Ürdün, Lübnan gibi göç güzergâhında olan ülkelerin olası muhtemel krizler karşısında toplumsal tabanı ikna süreçlerinin imkânı oldukça zor görünüyor. Göç ile birlikte yükselen milliyetçi söyleme karşı göçün nedenlerini ve paydaşlığı öne çıkaran söylemlerin iç motivasyonu da dinamizm kazanabiliyor. Filistin yanlısı eylemlerin sıklığı ve dünya genelinde yaygınlığı bu duruma örnek gösterilebilir. Avrupa’da 1968 gösterilerinden sonra ilk defa bu kadar yoğun katılımlı eylemlerin yapılması, yükselen sağa karşı yeni hareketlerin ortaya çıkabileceğini gösterebilir. Öte yandan göç alabilecek ülkelerin pragmatist bir amaçla da olsa soruna dair uluslararası kamuoyuna çağrıları pratik anlamda çok etkin olmasa da kutuplaşmanın taraflarını ortaya çıkarıyor.
Bunlarla birlikte soykırım düzeyine varan katliamların ve yıkımların tüm dünyada vicdanlı insanları rahatsız ettiği bir gerçek. Geniş katılımlı boykot ve protestoların bazı şirketleri zora soktuğuna dair verilere ulaşmak mümkün. Boykotun uluslararası anlamda etkin bir silah haline gelmesi hem sermaye-emek çatışmasının bir göstergesi hem de yeni üretim tarzlarının önünü açma potansiyeli taşıması açısından önem arz ediyor. Filistin halkı 100 senelik mücadelenin yarattığı kırılma noktasında duruyor. Bu kırılma noktası hem onların hem de tüm dünyanın tarihsel süreci açısından birtakım krizler doğuruyor ve doğurmaya da devam edecek gibi. Öte yandan her krizin başka fırsatları da ortaya çıkaracağı tarihsel örneklerle iddia edilebilir. İsrail üzerine toplanan sömürge karşıtı tepkinin kültürel, ekonomik, siyasal ve sosyal arka planı inşa edilebilirse İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünyayı kasıp kavuran kriz de aşılabilir. Bu potansiyel, sendikal örgütlenmelerin veya devletlerin belirlediği korunaklı alanların dışında hareket kabiliyeti olan sivil toplum yapılanmalarının nasıl bir strateji ile konuya yaklaşacağına bağlı. Adaleti merkeze almayan barış çağrılarının, masaya oturulsa dahi yakın zamanda tekrar patlayacak savaşları ürettiği artık kaçınılmaz olarak biliniyor. Filistin halkının meşru topraklarının işgali, binlerce yıldır kültür başkenti olma özelliği taşıyan kentlerin sorumsuzca yıkımı ve en önemlisi çocukların herhangi bir ahlaki ve hukuki ilke tanınmadan katledilmesi, hem bölgenin adil bir çözüme kavuşturulmamasının hem de İsrail’in sömürge devletlerinin bir temsilcisi olmasının getirdiği özgüven ile bölgede yarattığı terör iklimidir diyebiliriz.
__
¹Karatani, K. (2020). Dünya Tarihinin Yapısı; Üretim Tarzlarından Mübadele Tarzlarına. Çev. Ali Karatay. Metis Yayınları.
²Pandemi ve Sonrası Yoksulluğun Sınırları, https://www.perspektif.online/pandemi-ve-sonrasi-yoksullugun-sinirlari/
³Loewenstein, A. (2024). Filistin Laboratuvarı; İsrail İşgal Teknolojilerini Dünyaya Nasıl İhraç Ediyor? Çev. Özlem Özarpacı. Metis Yayınları. Sf. 33.
⁴A.g.e., sf. 54.
Yazının orjinali için bakınız:https://www.perspektif.online/yildonumunde-aksa-tufani-ve-dunya/
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Hikmet Akademisi'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.