Rüyalardan bir rüya…
Rüya işçileri…
Başkasının serüveninde sıkışmış bir hayat yaşadığını, kendinden bile saklıyordu. Asırlık yorgunluk, günlük yorgunlukla iç içe geçmişti. Bunca yorgunluğun yanında, düşlerinden deyorgun olduğunu haykırsaydı, sağırlar ülkesinde karşılık bulur muydu? “Konuşmanın fayda etmediği zamanları yaşıyoruz.” diye mırıldanarak sustu…Bir hafta önce sözleştiği gibi, pazar günü erkenden kalktı. Bütün aile fertlerini uyandırdı aile kahvaltısı yapmak için arkadaşının evine doğru hep birlikte yol aldılar.
Kahvaltılar yapıldı, çay faslı ve kahve faslı derken, çatı katında bir odaya doğru yöneldiler. Kapı açılıp içeri girdiklerinde duvarlar dolusu kitaplarla yüz yüze gelmişti. Oracıkta ruhu bedeninden ayrıldı sanki. Ruh ile bedenin ayrılışı yeni bir başlangıcın eşiğiydi. Bedenden özgür kalan ruh çoktan yola koyulmuştu. Kitaplar arası seyahatler güzergâhında buldu kendini.
Heyecanla o kitaptan o kitaba koşuşturmaktaydı. Bedeni ve ruhunun birbirinden ayrı yerlerdeolduğunun farkına vardığında, elinde bir kitap vardı. Ruhu, billurdan yontulmuş bedene misafir edilmiş. Sınırı olmayan ve ufku kayıp çöl kumları üzerinde, bata çıka, yalınayak,yolsuz ve hedefsiz yürümekteydi.
Elinde bir kitap vardı. Uçsuz bucaksız çölde nereye gideceğini bilmiyordu. Üzerindeki korku ve ürperme iyice artmıştı. Çölde vakitsizce yol aldı. Susamıştı ve ümitsizlik düşüncesi billurdan olma bedenine ağırlık vermeye başlamıştı.
Billurdan yontulmuş bedeni ruhunu taşıyamaz duruma geldi. Gözlerinin önünde beliren serap değilse eğer, uzakta bir vaha belirmişti. Yaklaştıkça serap olmadığını fark etti.
Onca yorgunluğuna rağmen, elindeki kitabı sıkı sıkıya tutuyordu. Vahada bir ağaç dibinesığındı. Hızla susuzluğunu giderdi.
-“Ben” dedi, kendi kendine baktı.
-“Ruhum.”
-“Billurdan yontulmuş bedenim.”
-“Belirsizlik çölü.”
-“Elimdeki kitap.”
“Kaynağı belli olmayan gün ışığı.”
Diye mırıldandı. Bu kadar belirsizliğin üstesinden gelemeyecek kadar yorgundu. Saldı kendini. Uyandığında kitap elinden kenara düşmüş ve sayfalar arasına, “insanı yolunu kaybettiren” çöl kumu karışmıştı. Kitabı eline aldı. Sayfaları arasına karışmış kumlarıtemizledi. Kapağını düzelttiğinde.
“Rüya İşçileri” yazısını gördü.
-“Var bunda bir iş” diye mırıldandı. Etrafına bakındı. Gün ışığı sabit ve cisimlerin gölgeleri yoktu. Yaprak kımıldamıyor, su akmıyor, kuşlar cıvıldamıyordu. Etrafa derin sessizlik hâkimdi. Sanki bir “fotoğrafçının son çektiği fotoğrafın kadrajında” sabitlenmişti her şey.
Dünya hayatına dair meşguliyetlerin tamamının zihninden silinmiş olduğunu fark etti.
-“Bu fırsatı değerlendirmeliyim” diye düşündü.
Kitabın sayfasını çevirmesinin, bir rüyadan başka bir rüyaya hicret etmek olduğunu bilseydi, ne yapardı acaba?
Yazar rüya gezginini, kitabın sayfalarında, otobanda hızla giden bir araca bindirmiş gibiydi. Giriş bölümü, gözlerinin önünden eskinin hızlandırılmış film sahnesini andırıyordu. Olaylar arası bağlantı, istibdat dönemi sansüre uğrayıp makaslanarak bir araya getirilmiş film şeridi misali akıyordu birbiri ardına. Belli ki başta anlatılan kesik kesik tanımlamalar ilerde yaşanacak olayların muhbir cümlesi olarak aralara serpiştirilmişti.
“Bir kartal,”
“Göklerin krallığı,”
“Yukarlara çıkıldıkça yerdeki kavgaların küçük bir nokta halinde dahi olsa görünememesi,”
“Hayatın boş olduğu,”
“Ortamın sıcak olduğu,”
“Ve caminin dahi boş olduğu” mottoları, hızla yol alıyordu kitap sokaklarında…
Ve birde “mehdi” adlı rüya gezgini vardı, kitabın her sokağına uğrayan…
Kitabın arkasına saklı olan anlatıcının dilinden, nahif ve sancılı sözler anlamlı cümlelere dönüşüyordu. Sabırla “Lanetten lütuf aramak” diye tarif edilen bir güzellikti bu.
“Fikir sancısına” düşmüş yolculuğun rüyası dile geliyordu.
Çağın bilgisiyle donanmış Doktordan öte birisi vardı kitapta;
İlk bakışta anlaşılamayan, ama her bakanın kendinden menkul tanımıyla;
"Yürüyüşüne bakılırsa Hizbullahçı, konuşmasına bakılırsa PeKeKeci, susmasından derin devletin adamı, gülmesinden paracının önde gideni, dikişin tekinden on beş lira alacak bir Doktor, kısacası çok tehlikeli ve ne olduğu öyle hemen anlaşılamayacak derecede karışık bir insan."
Artık rüyalar arası gel-gitlerin anlatımıyla bu Doktor, uzun sürecek ve kendisine ait başka bir rüyanın gezginiydi.
Her bakan kendinden bir kelime yükleyip, erkenci tanımlamalar yapmaktaydı.
İhmal edilmiş toprağın insanları, Doktor hakkında kendilerince tanımla yapmaktaydılar."Geldiğinden beridir bana insan muamelesi yapmıyorsun." İhmal edilmiş toprakların üzerine sepilmiş, iyilerin kenara alındığı, çoğunlukta hedefsiz İnsanların arasındaydı. Ruhunun misafir olduğu bedeni henüz billurdan yontulmamış, gerçek et ve kandandı.
Onbir kardeşin onikincisi idi.
Ülke coğrafyasının kuyusuna fırlatılmıştı sanki. Yusuf mu desem, Yunus mu desem, bu tarif ilerleyen sayfalarda belirecek gibiydi.
Zamanla Doktorun tavırları yöre insanınca anlaşılmaya başlandı. Doktorun arada bir, “Tava masraflarını karşıladı”ğını görenler önyargılarını sorgulamaya başlamıştı bile.
Düştüğü ya da görevli kılındığı kuyu, öyle bir kuyu idi ki; "... Şiddetin bu coğrafyaya bu kadar hâkim olmasına alışamayız. Her şeyin sadece şiddet yoluyla, silahla, bombayla çözülmesine alışamayız..." yargısı hâkim, bir coğrafyaya dönüşmüştü.
Doktorun diliyle ve etraftaki aydınlanmış düşüncede olanların diliyle sarf edilen cümleler, kitabın manifestosunu inşa ediyordu.
“-Barış- kelimesinin bir suç unsuru haline gelmesine alışamayız. Barışın tek çözüm olduğu ortadayken ve bu kadar doğru iken kendimizi sorgulayamayız! Ölenler Türk de olsa Kürt de olsa kardeştirler! Ancak demokratik yol ve yöntemleri diri tutarak kirli ilişkilerden yakamızı kurtarabiliriz ve ancak insan hakları zemininde bu kanı durdurabiliriz..."
Düşler dünyasından kelime elbisesi giyinen öykü yolcuları, okuyucusuna sorgu iklimi sunmaktaydı. Tabi kitabın başında beliren komünist ama adil rüya gezgincisi Mehdinin,kafaları şok eden sorularını da zikretmeden geçemeyiz.
İçinde bulunduğu kuyu sürgününde, günler günleri kovalıyordu. Hayatın gerçeklerine bu kadar yakın olması yormuştu Doktoru.
“Ey hayat! Yakından hiç de sevimli değilsin.” Diyecek kadar bunalmış ve bunaltılmıştı.
Zaman zaman bölge insanının diliyle cümleler kurulmaktaydı. "İnsani yönümüzü, demokrat kimliğimizi güçlendireceğiz. İnadına, senin buraya gelmen gibi ziyaret edeceğiz birbirimizi. Bizi bize düşman etmek isteyen karanlık odakların hesaplarını ancak böyle boşa çıkarabiliriz." Düşüncesini dillendiren barışçıl insanların varlığını tescilliyordu kitap.
Ve kaçınılmaz korkuların serüvene dönüşme süreci başlamıştı. Kuyuya atılan Yusuf’un kapısını çalanlar, ölümle korkutuyorlardı.
Sorular ardı ardına ekleniyordu.
“Acaba korku nasıl tarif edilir?di. Ölmek, öldürülmek hissi? Nasıl bir histi. Ne acıdır ki; Burada korku daha çok ölümle alakalı.“ idi.
İnsan ne ile yaşardı?
Ölüm insan hayatının en gerçek parçasıydı. Travmadan bilgeliğe kapı aralanıyordu. Gelinen bu nokta Doktorun hanesinde, Yusuf’un kuyu zamanına denk geliyordu.
Ve olgunluğun acı ile temel bulmasının ilk adımı atıldı. “İlk defa tüm çıplaklığı ile Tepe'de bulunmanın anlamsızlığı üzerine kafa yordu”
Tüm olan bitenler yeni bir dünyanın temelleri miydi? Yoksa yüklendiği düşüncelerin demiri tavında mı dövülmeye başlamıştı? Her şeyi yıkıp, yeniden “İçinde savrulup gitmeyeceği bir Tepe ortamı oluşturur” muydu? Bu Yusuf’un kuyudan çıkması ve sonrasının hikâyesine matuf bir süreçti.
Ayrıca kitap dilinde, çağın kangren olmuş konularına dokunma telaşı seziliyordu. Babasının dünyasından kesit aldı. Babası, “Kızlarını okutmamıştı. Onlar için okumak üzerinden bir gelecek tasarlamaya gerek duymamıştı. Aslında hiç kimse okutmuyordu kızlarını. Onlar ev işinde vazgeçilmez yardımcılardı. Kaderleri öyleydi. Yıllar sonra pişman olsa da iş işten geçmişti. Kızlarından defalarca helallik istemişti bu konuda. Görülen o ki kerhen helallik vermiş olsalar da sinelerindekinin özü tam tersi idi.”
İstiklâl marşının ilk dizesi “korkma” diye başlıyordu. Bu söze babasının nasihatlerindenaşina idi. Babası sıklıkla korkmaması gerektiğini tembihliyordu. İlk korku telaşını öğretmeniyle yaşamıştı ki babasının bir vakitler, "Öğretmenlerden korkma!.." dediğini hatırladı. Çocukluk vaktinde söylenen bu söz, bir ömür zihninde yankı yapan ve iç sesedönüşmüş baş tacı edilmiş bir nasihatti.
Sürgün günlerinde daha nelere şahit olacaktı. Zamanın olgunluğuna henüz varılmamıştı. “Aşırı uçlarda savrulmak.” tan tutun, “Paranoyanın kuşku pınarı.”na dönüştüğü zamanlardı bu zamanlar.
“Korkmak/korkmamak” iyi yönetilebilirse bir kazanca dönüşebilirdi belki.
Hele bir karakol komutanı vardı ki evlere şenlik. Laf aramızda, Doktorun kendisi de devletin görevlisi idi. Ama o komutan başka bir karakterdi. Kaymakam, savcı, komutan, bölgede asayiş işlerinden sorumlu olan devlet memurlarının soğuk yüzleri Doktorun sürgün günlerini iyiden iyiye zorlaştırmıştı. Devletten aldıkları yetki ve ilgili kanunları yorumlama biçimleri,keyfe kederdi ve ürkütücüydü. Başka bir devlet görevlisi olan Doktoru, sürgünden sürgüne sürüklüyorlardı. “Zor günlerden geçiyoruz.” Zor.
Doktorun kuyuya düştüğü ilk günlerde oluşan, hiç kimseye güvenmemesi gerektiği düşüncesinin yerini, bazı insanlara güvenebileceği eğilimi almıştı. Yusuf gibi affedebileceğini düşündü. Hele Hacı Ömer vardı ki ilk başlarda kuşkudan sebep, çayını bile içmekten imtina ediyordu. O Hacı Ömer zamanla en güvenebileceği insanlar sınıfına terfi etmişti. Hacı Ömer’in Antalya gezisi ile ilgili öğrendiği gerçeklik, ruhunun derinliklerinde doğu batı kıyasına kadar yol tehlikeli mecralara taşımıştı. Doğu-Batı… köpekler… insan ve değerler manzumesi…
"Her yaz Antalya'ya giderim Doktor Beg'im!"
Hacı Ömer yemekte uzun uzadıya anlattı Antalya da geçen zamanını. Büyük bir zahmetle götürdüğü köpek yavrularını turistlere nasıl sattığını, onlardaki köpek sevgisini uzun uzadıya anlattı.
"Gâvur ülkelerinde; köpeğe zehir vereyim, öldüreyim, aç susuz bırakayım, böyle şeyler yok! Barınaklar varmış. Sokak hayvanlarına oralarda bakıyorlarmış. Vay be! Adamların hayvanlara verdiği değerin yüzde biri burada insanlara verilse ihya oluruz!" Bir süre sustuktan sonra "terör diye bir şey kalmaz," diye kısık sesle cümlesini tamamladı.
Ogün ve daha sonraki gün, başkalarının hayvanlardan esirgemediği ilginin buralarda insanlardan esirgendiğine dair Hacı Ömer'in dedikleri üzerine düşündü, düşündü...”
Düş gezginliği süresince beliren sorular olgunlaşma kapısını aralamaktaydı…
Sürgün yıllarının kuyusu, bakalım daha ne sürprizlerle doluydu. Kitabın inci gibi dizilen sözleri, zaman zaman acı gerçekliklere dokunurken bile, letafetini korumaktaydı. Bunalmışların dilini tarif ederken, yaşanmış kadim gerçekliklere dokunuluyordu. İhmal edilmişler coğrafyasında, "Devlet her şeydir! İnsanın yarattığı tanrı!"ya dönüşmüş bir aygıttır. Bu ne hüzün verici bir tabloydu. İçinde bulunduğu topraklar bir vakitler insanı önceleyen medeniyet topraklarıydı.
“Hâlbuki duyguları ile davranışları ile insan olmak ne güzeldi.” diye düşündü. İşte bu tam bir fıtrat diliydi.
Kitabın akıcılığından olsa gerek, her sahifeyi bir solukta okuyordu. Gözünü etrafa çevirdi. Zaman durmuş vakit ilerlemiyordu. Hareketli olan bir tek kendisi ve birde kitabın sahifelerini çevirirken çıkan hışırtı sesiydi.
Kitabın sahifelerine yöneldi. Yürümekte olduğu yoldan ayrıldığı hissiyle geri döndü ve kitabın işaret etmiş olduğu yola devam etti.
Mehdi var demiştim ya…
Kitabın gezilmedik hiçbir sokağı ve çıkmazını bırakmayan, her yerinde gezinen bir rüya gezginiydi o. Konu bu sefer, küresel sistemlerin türlü oyunlarına kadar uzanmıştı. Birkaç vurucu kelime ile söze atladı. “Sizin fark etmediğiniz şurası: Aslında kaldırılan bir şey yok! Şeklen var! Devletin değişim ve dönüşümüyle ki bunu Özal çok defalar tekrar etti, muhafazakârları iktidara yakın tutma süreci başladı. Bu demek ki, Özal'dan itibaren devlet, muhafazakâr kodlar üzerinden kendisini korumaya alacaktır. Yani değişen bir şey yok! Sürekli devrim bu yüzden gerekli!
“Doktor ile göz öze gelince: Doktor hadi iyisiniz! Devlet bu kez din üzerinden size kazığı çakacak! Ne bakışıyorsunuz? Biriniz devlete koyun çoğaltıyor camilerde, diğeriniz daha dini bile anlamıyor! Yaşım elverdiğince bakıyorum da devlet kimi kontrol altına almak istiyorsa onlara yakın bir iktidarı başa getiriyor." sözleri, “kuşdili” lisanının konuşulduğutoplumda, aykırı ve anarşistçe sözlerdi. Ama yalındı ve gerçekti.
Sürgünde miydi yoksa Yusuf’un kuyusunda mı yaşıyordu? İşte bu önemliydi ve Doktor budurumun çoktan farkına varmıştı. Başkasının rüyasından seslenmeyi başaran kahraman sayılırdı. Oda öyle bir kahramandı. Evet kahramandı. Kahramanlığın, bu topraklarda ağır bedeli vardı ve o bedeli ödeme serüveninde gün sayıyordu.
İnsanların rüyalarına tanık olması, moral seviyesini düşürse de bilginin bilince dönüştürüldüğü kuyularda asrın tecrübesini biriktiriyordu.
Mekânlardan, nesnelerden, canlıların yaşama telaşlarına olan şahitliklerinden, fıtrata dair ayetler biriktirdiğini fark etmesi uzun sürmedi. Gözü gübreyi eşeleyen tavuğa düştü. “Tavuğun hayvan gübresinin içinde kendine yarayanları ayıklama yönündeki çabasını bir sürü kirlenmişliğin içinde hakikatin tanelerini arama çabasına benzetti.”
Doğada şahit olunmayı bekleyen çok ayet vardı çok. Doktorun kalp gözü açılmıştı da etrafına bakışları dahi ayetten sayılıyordu.
İhmal edilmiş topraklara serpilmiş İnsanların yaşadıkları zorluklar, arş-ı alaya dayanmıştı. Ruhu sıkılıyordu. Sessiz bağrışmaları iç kulağını sağır edercesine yükselmişti. “İşkencede ölen Mustafa Efendi, hesap günü yakama yapışsa o günün belasından nasıl kurtulurumNuri Dayı?” dedi içini çekerek.” Maalesef bütün bunları ve daha anlatamadığı veyazamadıklarını yaşatmışlardı. Zaman kuyuda kalma zevalini çoktan aşmıştı.
Henüz dokunacağı ve düşüncesinde çözümleyeceği konular vardı ve o bu kitapta tehlike sınırındaki konulara latif bir dille dokunması gerekliydi. Düşünce seccadesini, küme küme bir araya gelen düşler bulutu, yağmur olup ıslatmalıydı. Annesi üzerinden dokundu kelimelere. “Annelerin farklı bilgelikleri var. Köy şartlarında çocuklarının üzerine titremiş, kendince özenle yetiştirmiş. En çok da ahlaklı olmaları hususunda çabalamış. Kul hakkının önemli olduğunu düşünmüş.”
İhmal edilmiş topraklar ve insanların her yanını, birilerinin tanrıcılık oyunu kuşatmıştı. Yaratıcının gücünü yanında hissediyordu. İndirilen kitabı ihmal ettiğini fark etmiş olması,kitaba hızlıca yönelmesini sağladı. Bunalmış olduğu zamanlarda, yanına aldığı sureleri vardı artık. Öyle ki sureler zor zamandan öte, sürekli arkadaş olmuştu kendine. “Yasin Suresi'nin tekrarları artmıştı. Yasin tekrarları, kendisiyle Kur'an arasındaki mesafenin azalmasını sağlıyordu. Bu mesafe azaldıkça kötü huylu çember parçalanacakmış gibi bir iç huzura sahipti. Sabahları lojmandan Ayet-el Kürsü okuyarak çıkıyordu.” Ruhuna inen cümleler vardı. Uzak mesafeler yerini yakın duruşlara bıraktıkça “Seni bir koruyan var!” sözü, daha anlam kazanmıştı. Komutanın bu sözü içine huzur akıttı. Bir hayli zamandır okuduğu Kur'an'ın manevi etkisini içinde hissetti.”
İhmal edilmiş topraklarda başlayan yolculuğu, onu “HİÇ”lik makamına taşımıştı. Bunun farkına varmış olması, ona hem hüzün ve hem de mutluluk veriyordu.
Derin bir kuyudaydı…
Kardeşlerim dedikleriydi kuyuya itenler…
Yorulmuş ve yalnızlıktan bunalmıştı...
İnsan yığınlarının arasında yapayalnız kalmış olmak, ne garipti. Coğrafya kader olmamalıydı.Arkadaşlarına, “bir mani çıkmazsa onu da geçip artık bu ülkeden çıkıp gitmek istediğini söyledi.” Bir zaman sonra, “ Mısır'a gitme işinin ne denli boş ve gerçekten uzak bir hayal olduğunda hemfikir oldular.”
Artık, içine itildiği kuyunun üzerinden kervancıların sesleri duyulmaya başlamıştı. Doğununkör kuyusuna itildiğini aklından hiç çıkarmamıştı. Kuyudan çıkmak özgürlük mü yoksa bir başka kuyuya itilmek mi bunu bilemedi. Kendi duyacağı bir ses tonu ile mırıldanıyordu. Aslında, bu mırıldanma tarihe not düşmesiydi. “Diyarbekir'de dostlarının varlığı ne güzel bir nimetti. Bu memlekette insan ne yapıp edip yolunu düşürmelidir Diyarbekir'e.” Bu her varlık sorusu soran kimsenin olgunlaşma tandırında pişim kıvama gelmesiydi.
“Barış bir gün özgürlüğe kavuşur mu?”ydu. Bunu bilemeyiz. Bunun için bir başka uzun yol serüveni gerekliydi. Bildiğimiz tek gerçek, düştüğü ilk kuyudan çıkmayı başarmış olmasıgerçeğiydi. Devlet onu bir başka coğrafyaya göndermişti. Yusuf bir kuyu ile anılırken, Doktorbir kuyudan çıkıp başka bir kuyuya mı itilmişti?
Her insan heybesinde kendi rüyalarını taşımaktaydı. Bu rüya taşıyıcılarının rüyalarına misafir olmak bir hayli yormuştu. Sona gelinmiş, kitabın arkasına saklı olan anlatıcının dilinden, nahif ve sancılı sözler susmuştu. Doktor kuyudan çıkartılmıştı. Yeni adresine doğru yola koyuldu. Yolda uzakta bir insan silueti gördü. Gördüğü siluete doğru yürüdü. Gördüğü şeyde isabet etmiş olduğuna sevindi. İyice yanına yaklaştı. Ağaç dibinde oturmuş kitap okuyan adama selam verdi.
Rüya işçilerindeki Doktor ve Rüya işçileri kitabını okuyan Deyf.
Başka bir rüyada buluşmuşlar göz göze gelmişlerdi.
Deyf, elindeki kitabın bitmesiyle yanında beliren adamı görmesi aynı anda olmuştu. Bunaanlam vermeye çalışırken, bir yandan da doktorun selamına karşılık verdi. Billurdan var edilmiş bedeni et ve kana dönüşmüş, aynı anda sanki bir mucize olmuş, yanındaki adamın bedeni billura dönüşmüştü.
Deyf yanındaki adamın kitaptaki adam, yani Doktorun ta kendisi olduğunu hiç anlayamayacaktı. Doktor da Deyf’in okuduğu kitaptaki kahramanın kendisi olduğunu hiç bilmeyecekti.
Kitabın arkasına saklı olan anlatıcının dilinden, nahif ve sancılı son söz iki dudağı arasından evrenin boşluğuna bırakılmış oldu.
“Mevsimlere ve göğe ait ne kadar fırtına varsa içinizde kopar. Bu aşamayı geçmek zordur.” işte o aşama geçilince, beden billurlaşır, ruh ise bedene efendi olur.
Deyf ! deyf !
Beni duymuyor musun? Diye sesleniyordu arkadaşı.
Kendine geldiğinde, kitabın elinde olduğunu fark etti.
“Daldın gittin sanki burada değilsin. Bırak şimdi kitabı. Kahvelerimizi yudumlayalım. Algötür evinde okursun dedi.”
.
27.11.2024 - 20.12
Deyf DEMİNAY
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Hikmet Akademisi'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
ÖRGÜTÜN LAGV EDİLMESİNİN ÖNÜNDEKİ EN BÜYÜK ENGEL: SÜRECİN UZAMASI