Çocugun dünyadan aldigi ilk nefesinden baslayarak gelismesinde dilin hayatî önemde olduguna yogunlasan Dr. Dana Suskind ‘Otuz Milyon Kelime’ adli eserine su cümlelerle baslar: “Dil, beynin optimum potansiyeline ulasmasina yardimci olan bir unsurdur. Ayni sekilde dilin eksikligi beyin gelisiminin en büyük düsmanidir. Isitme yetenegine sahip ancak dil kullanimi bakimindan kisir bir çevrede yetisen çocuklar, tipki isitme engelli çocuklara benzerler. Müdahale edilmezse her iki gruptaki çocuklar da etkileri ciddi düzeyde olan hayat boyu devam edecek bir sessizlikten muzdarip olurlar../. Dil bakimindan zengin bir çevrede yetisen çocuklar hizla basariya ulasirlar.”(1) Dil, fert fert her birimiz için oldugu kadar bütün bir milletimizin aklî, ruhî, estetik gelismemizin dolaysiz kaynagidir. Beynimizin, düsünce ve hayâl evrenimizin, bunlarla baglantili olarak hayatimizin ve bütün varligimizin zenginleserek, güçlenmesi, genislemesi, dilin imkânlarini olabildigince fazla kullanmaya baglidir. Dili mahdut kelimelerden ibaret olan insanlarin zihin dünyalari da tahdit altindadir. Insan kelimeleri kadar, dilinin imkânlari kadar düsünür, anlar, tasavvur eder, var olur. Bana sorarsaniz burada ‘yerli’ ‘yabanci’ gibi bir ayrim bile hos degildir. Önemli olan daha incelikli bir düsünce, daha naif, duyarli bir estetik, daha çözüm üreten bir bilimle hayati kavramak ve yasamaktir.
Millet, tarihini diliyle, dilini tarihiyle kaynastirmis toplumdur. Hepsi birbiriyle baglantili olarak dil, tarih, kültür, sanat, inanç, milleti var eden ana unsurlardir. Dil, bir kültür iklimi içinde, kültür tarihî akista, tarih inançla yön bularak, inanç sanatla güzelleserek, sanat dili, dil sanati besleyerek var olur. Bu örgüde bir unsurun çözülmesi, digerlerinin de gevsemesine, giderek dagilmasina yol açar. Tarihsiz, kültürsüz, inançsiz, dilsiz bir millet olmamistir, olamaz. Tarihî, içtimaî degisim ve dönüsümler, kendi tabii seyrinde olmasi gerekenin olmasiyla inkisaf eder. Hayatin ve varligin tabiatina uygun düsmeyen müdahalelerle bir unsuru hayatin disina itmek, diger unsurlarda ve millet varliginda derin sarsintilara, yikilislara sebep olur. Din ve inanç da dâhil olmak üzere bütün bu anasirin merkez noktasinda dil yer alir desek yanlis olmaz. Çünkü varligin temeli dildir. Dilimizle var oluruz; onunla düsünür, duygulanir, ilim ve sanat yapariz. Bizce dil, iletisim ve anlasma gibi daha alt kategorilerdeki yararindan önce, ontolojik olarak bizi var eder, varligimizi gelistirir. Anlasma ve iletisim hususiyetine gelince, hâlihazirda kendi kusak ve neslimizi olusturan insanlarin anlasmalarini saglamanin ötesinde, millet bagi dille olusur. Ne demek istiyoruz? Ulus, gelecek tasarimiyla kurgulanmis bir kitleyi, halk milletin simdiyi yasayan toplulugunu ifade ederken, millet, belli bir zamanla sinirli degildir. Milletin tarihi, kökü, geçmisi vardir. Dil iste bu kök ve geçmisten günümüze intikal eden kültürü, tecrübeyi, akli ihtiva eder. Dil bu anlamda hem vasita hem gaye vasfini haizdir. Çünkü degerler, kelimelerle hem müsahhas nitelik kazanirlar hem de bize ulasirlar. Odak noktasi kelimeler olan dil, esasen belli bir mantikî silsile, ölçü ve duyarligin akillar üstü bütünlesmesi, mucizevî uyumu, tamamlanisidir. Sirri Er “Dil bir toplulugu olusturan fertler arasinda anlasmayi saglar” diyerek dilin de iletisimin de en temel dogrusunu ifade ettikten sonra dilin nesiller arasi baglantiyi saglayan önemini çok yalin ifade eder: “Insanlarin babalarinin, dedelerinin, atalarinin yüzyillar boyunca elde ettigi tecrübeleri muhafaza eder ve onlari nesillerden nesillere aktarir. Bir milletin uzun ve çesitli tecrübelerle olusturdugu kavramlari, kelimeler ve deyimler halinde kaliplara sokar, böylece millî düsünce faaliyetini düzenler. Müsterek düsünce ve ifade birligi içinde bir araya getirdigi topluluklarin manevî varligini korur ve insan topluluklarini müsterek bir fikir faaliyeti içinde birlestirerek onlari bir millet haline getirir. Millet denilen toplulugu bir araya getiren maddî ve manevî unsurlarin en önemlisi din ve dildir.”(2)
Dil bir milletin hayati ve toplum hayati ile birlikte yürüdügünden, toplumlarin geçmis devirlerinin bir parçasi ve gerçek bir aynasidir. Kendisi de toplumun içinde bulundugu tarihî ve sosyal sartlarin etkisi altinda degisir, gelisir. Toplumdaki her türlü gelisme ve yetismenin araci oldugundan, o toplumun kültür durumuyla da siki sikiya baglidir.(3) Bu ölçüde hayatî öneme haiz olan dille ve dile karsi alinacak tutum önemlidir. Her seyden evvel varligina, varolusuna saygili bir toplumun, edebiyatçisindan bilim adamina, siradan insanindan siyasetçisine kadar bu hususta son derece hassas olmasi beklenir. Çünkü dil, anamizdan emdigimiz süt gibi varligimizi besleyen ana kaynaktir. Dil ruhumuzun rengi, ritmidir. Sesimiz, nefesimizdir. Söz vatanimizdir. Asirlar boyu dil sanatçilarimizin zihin dünyasini ilmek ilmek, nakis nakis islemis, süslemistir. Böyle oldugu içindir ki atalarimiz, tarih boyunca bütün dünyayi imrendiren muhtesem edebî, fikrî eserler vücuda getirmistir. Böyle muazzam bir birikimi tevarüs eden Cumhuriyet, ne hazindir ki, bu ilmî, bediî zenginlikten faydalanamamistir. Daha da fecisi bu zenginligimiz heba edilmis, tamiri mümkün olmayacak ölçüde tahrip edilmistir. Üstelik bütün bu yikim ve kiyimin dil adina yapilmis olmasi anlasilir gibi degildir.
Cumhuriyetin kuruldugu ilk on yildan baslayarak, Osmanliya ve Islâm’a karsi tarihî, siyasî hesaplasmalar ve dönemin ideolojik etkisiyle Türkiye’de laikligi yerlestirmeyi amaçlayan yogun bir kültür devrimi programlanmistir. Türk toplumunun bagini dinden ve dine dayali düsünce ve hayattan, giderek ümmetten ve ümmet cografyasindan koparma niyetiyle oldugu zaten itiraf edilmis bir dizi jakoben uygulama hizla hayata geçirilmistir. Dil Devrimi Latin alfabesinin kabulüyle baslayip dil kurultaylari ile devam eden ve etkileri hâlâ sürmekte olan bir degistirme sürecidir. Evet dil devrimi degisme degil degistirme sürecidir.
*
4 Mart 1924’te Halifelik ve Seriyye ve Evkaf Vekâletinin kaldirilmasi, Tevhid-i Tedrisat’la önce egitimde, sonra da yargida birligin saglanmasi, kilik kiyafet devrimi, tarikat ve tekkelerin yasaklanmasi, Batinin ticaret ve medenî hukuk yasalarinin oldugu gibi ithal edilmesi gibi Cumhuriyet döneminde atilan ilk laiklik adimalari, nihayet 5 Subat 1937’de 3115 sayili kanunla gerçeklestirilen degisiklik, laikligi bir anayasa ilkesi haline getirdi.(4) Birçok tarihçi ve yazar gibi Zürcher de Takrir-i Sükûn kanununun Mart 1925’te ilanindan itibaren Türkiye’nin yönetim biçiminin, bir otoriter tek parti yönetimi, açikçasi bir diktatörlüge dönüstügünü söyler.(5) Bu dönemde Anadolu insani, korkunç bir devlet siddetinin sarmalinda aci çekmektedir. 1930’larda Türkiye'de laiklestirmenin baskisi cidden pek kuvvetli oldu. Her ne kadar, rejim, alenen Anti-Islâmik bir politikayi hiçbir zaman benimsememis ise de, örgütlü Islâmiyet’in iktidarina son vermek ve Türk halkinin zihninde ve kalbinde onun gücünü kirmak arzusu açikti. Dinî egitimin yasaklanmasi, camilerin dünyevî amaçlara döndürülmesi, hukukî ve toplumsal reFormlarin ögretisini kuvvetlendirdi. Hizla büyümekte olan baskentte hiç bir yeni cami yapilmadi. En çok göze çarpan ve en sembolik olan sey, Istanbul'daki büyük Ayasofya bazilika'sinin kaderi oldu. Fatih Sultan Mehmet, Bizans'a karsi zaferi aninda onu cami yapmisti; Cumhuriyet onu müze haline getirdi.(6) Esasen sembolik anlami çok derin olan bu uygulama bile tek basina yapilanlarin asil maksadini ele verir cinstendir.
Zürcher, Kemalist reFormlarin en karakteristik unsuru olan laiklik hamlesinde üç faaliyet alaninin ayirt edilebilecegini söyler: Devleti, egitimi, hukuku laiklestirmek, Islâm’in geleneksel kalelerine saldirmak ve dinsel simgelerin üstüne gitmek ve bunlarin yerine Avrupa uygarliginin simgelerini koymak ve son asamada toplumsal yasami laiklestirmek ve gerektiginde popüler Islâm’in üstüne gitmek!(7) Zürcher, bunlarin ayni zamanda Islâm dünyasiyla olan baglantilari kesmek için düsünülmüs tedbirler oldugunu söyler.(8) Bu bagi korkunç bir kültür katliami olarak kesen en tesirli devrim, harf devrimi olmustur.“Alfabe degistirmek, bir kusak içinde o zamana kadar yazilmis bütün yapitlari okunmaz/ anlasilmaz hale sokmustur.”(9) Modern kültüre geçis bahanesiyle insanlar, bir günde, yüzyillarin hafizasini okuyamaz, hâle getirilmis, cahil kilinmistir. (10) Dil Devrimi macerasiyla yapilanin bir kültürel sürgün oldugunu ifade eden Rabia Tuncil Can, Kitabinda Inönü’nün bir hatirasina yer verir: “Devrimin temel gayelerinden biri dinin toplum üzerindeki etkisini zayiflatmakti. Yeni nesiller, eski yaziyi ögrenemeyecekler, yeni yazi ile çikan eserleri de biz denetleyecektik.”(11) Harf inkilabinin basarisi dilde reForm isteyenleri cesaretlendirdi../.. 2 Agustos 1930’da dönemin Millî Egitim Bakani Cemâl Hüsnü, ögretmenlere yaptigi bir konusmada “Harf inkilâbimizla lisanimizi içine çekip batiracak büyük bir hendegi atladik. Simdi sira lisanimizin da bu inkilâp icaplarina cevap vermesine geldi”(12) demistir. Su halde bu isler ile ugrasacak sorumlu bir kurul bulunmaliydi. Dilde arilasma taraftarlarinin köktenci çözümleri, dilden bütün Arapça ve Farsça sözcüklerin kaldirilmasi ve ari bir Türk dili yaratilmasi 1930’larin asiri ulusçuluguyla uyum halindeydi.(13)
*
11 Temmuz 1932’de 1. Türk Tarih Kongresi’nin kapandigi günün aksami Mustafa Kemal Çankaya Köskünde kongre üyeleriyle yaptigi bir toplantida onlara “Dil islerini düsünecek zaman da geldi, ne dersiniz” sözü sevinçle karsilanir ve ertesi gün yani 12 Temmuz 1932’de ‘Türk Dili Tetkik Cemiyeti’ kurulur.(14) hadiseler çok hizli gelisir. Neredeyse iki ay sonra Birinci Türk Dil Kurultayi Dolmabahçe Sarayinin büyük toplanti salonunda 26 Eylül- 6 Ekim Tarihleri arasinda toplanir. Kurultaya sunulan 30 bildirinin 9’u Türkçenin diger dillerle iliskisi üzerinedir.(15) Birinci Türk Dil Kurultayinda Türk Dili Tetkik Cemiyetinin maksadi, “Türk dilinin öz güzelligini meydana çikarmak, onu dünya dilleri arasinda degerine yarasir yükseklige eristirmektir.” diye belirlenmistir.(16) Kurultayin açis konusmasini yapan Baskan Semih Rifat, Türkçeyi ulusal bir dil düzeyine çikarmak, yazi dili ile halk dili arasindaki ayriligi gidermek oldugunu belirtmis, bu amaca da ancak halkin katkisiyla ulasilabilecegini eklemistir. Maarif Vekili Resit Galip de, konusmasindan sonra gazetecilere yaptigi açiklamada halk dilinde yasayan sözcüklerin 6 ay gibi kisa bir zamanda derlenecegini basta egitim camiasi olmak üzere tüm kurumlarin bu çalismaya destek vermesini istemistir. (17)
Kurultayda sert sayilabilecek tartismalar olur. Serafettin Turan Kurultayda yapilan münazaranin dilin kendi dogal akisi içinde biçimlenmesi gerektigini savunan evrimci anlayisla ulusal varligimiz için müdahalenin gerekli oldugunda israr eden devrimci yaklasim arasinda sürdügünü ifade eder. Evrimciler halkin kullanmadigi yayginlasmamis yabanci kökenli kelimelerin dilden atilmasini yeterli buluyor, dilin zorlanmadan dogal akisi içinde birakilmasi gerektigini böylece yavas da olsa belli bir süreçte özlesebilecegi görüsünü savunuyorlardi. Bu grubun bir bakima sözcülügünü üslenen gazeteci Hüseyin Cahit Yalçin “Yazi dilinden yabanci sözcükleri atarak yerlerine öz Türkçe sözcükler koymak görevini hiçbir kurul üzerine alamaz. Çünkü sözünü dinletme olanagi yoktur. Bu is tümüyle kisiseldir, daha dogrusu kisiye bagli degildir. Dilin dogal gidisinin sonucu olusacaktir.” Diye konusur. Buna mukabil Mustafa Kemal’in otoriter etkisiyle de olacak, büyük çogunluk dilde de devrimci bir atilimin kaçinilmaz oldugundan yanaydilar. Bunlar arasinda Sadri Ethem Erdem, Halit Ziya Usakligil, Ali Canip Yöntem, Hasan Âli Yücel ve Fuat Köprülü öne çikan isimlerdi. Bunlar arasinda daha sonra tam tersi bir kanaati izhar edecek Fuat Köprülü belki de en ilginciydi. Evrimci görüse en etkili, çarpici cevap ondan gelmisti. “Devrim ruhuyla dolu olan bugünkü Türk kusagi pekiyi bilir ki” diyordu Köprülü “Türk ruhunu ve büyük Türk tarihinin dogal akisini herkesten daha önce ve daha derinden sezen ve bu ulusal egilimlere her zaman açik ve dogru biçimini veren Gazi, ulusal bilincin ve ulusal kültürün bu essiz odagi, ulusuna armagan ettigi büyük devrimler zincirinin yeni bir halkasi olan büyük Dil Devrimini de bilimin saglam temelleri üzerine kuruyor. Diger devrimlerimizde oldugu gibi bunda da basarili olacagimizdan bir an bile süphe edemeyiz.” Köprülü bununla da kalmiyor, 26 Eylül’ü Türk Rönesans’inin baslangici olarak niteliyordu. (18)
Cumhuriyet tarihi ve Atatürk’le ilgili kitabiyla bilinen Mango, bundan sonra atilacak ilk adimin, Türkçenin Islâm kültürünün dilleri olan Farsça ve Arapça ile baglantisini kesmek oldugunu yazar.(19) Kurultayin sonuç bildirisinin üç esasla özetlenen muhtevasinin 2’inci maddesi söyledir: “Bugün yazi dilinde Türkçeye yabanci kalmis unsurlari atmak, halkçi bir idarenin istedigi sekilde halk ile münevverler arasinda birbirlerinden mahiyetçe ayri iki dil varligini ortadan kaldirmak, temel unsurlari öz Türkçe olan bir dil yaratmak.”..( 20) dedikten sonra devaminda Dil cemiyetine, derleme, ayiklama, temizleme, sansür görevleri verir.
*
Birinci kurultaydan sonra teskil edilen heyetler vasitasiyla bütün ülkede kelime tarama ve derleme çalismalari baslamis, basta Atatürk ve Inönü olmak üzere “Aralarinda devlet adamlari, subaylar, ögretmenler olan birçok aydin, yeni sözcük üretme yarisina katilmisti(r).”(21) Bu yolla 125 binden fazla kelime tek tek fislenip Tarama Dergisinde yayinlanmis, ardindan 1933 yili Mart ayindan baslayarak üç ay boyunca bir anket yapilmistir. Dergi, gazete ve radyolara gönderilen anket Formlarinda listelenmis 1382 Arapça ve Farsça kelimeye yeni, yerli karsiliklarin bulunmasi yani kelime uydurulmasi istenmistir. (22) 8 Mart 1933’te Osmanlicadan Türkçeye Karsilik Bulma Programi baslatilmistir. Her gün Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde 10-15 yabanci sözcük yayinlanmis, okurlardan onlara karsilik bulmalari ya da önermeleri istenmisti. Harf sirasina göre hazirlanan liste, bu çilgin arayisin mantikî karakterinin anlasilmasi için yeterli olabilir: âdap, âferin, âhenk, âlet, âmade, âmin, âzade. ebat, ebedî, ecel, ecir, ecnebî, ecza, edep, edebiyat, ezeli. lâkin, lânet, laubali, lâzim, liyakat, lügat, feyiz, fiyat, fidye, fihrist, fikir, feraset, firka, firsat, fitne, fuzulî, acele, âlim, fecr, kâr, hayat, tabiat, saf, sevda gibi bugün de fevkalade canli anlamlariyla kullandigimiz yüzlerce kelimeye yabanci olduklari gerekçesiyle hummali bir karsilik bulma isine girisilmistir. Bu sirada insanin aci bir istirapla gülmekten edemedigi biçimle mesela mektuba beti, aile’ye, uruk gibi kelimeler uydurulmustur.(23) Anadolu Ajansi ve radyolardan halka hergün degistirilen veya degistirilmesi emredilen kelimeleri duyurulmustur. Dildeki tasfiye paradoksal sekilde sadece Arapça ve Farsça kelimelere uygulanmis Fransiz devriminin etkisiyle oldukça artan Fransizca kelimelere ise, herhangi bir ambargo uygulanmamistir, hatta öz Türkçesi sudur denen pek çok kelime Fransizcadan alinmistir.(24) Mekteb’i lügatten çikaranlar hiç tereddütsüz okul’u almislar, lise ve üniversite’yi sorgusuz sualsiz kullanmislardir. Asevinin yerine lokanta veya restaurant’i koymaktan çekinmemislerir. Alyans, balkon, defile, egoist, fakülte, soför, jeton gibi yüzlerce kelime hemen hiç tartisilmamistir. Ünalan, “Osmanlicayi Arapça veya Farsça kelimelerin yogunlugu nedeniyle elestirenlerin dilinde Türkçe kelimelerden çok Fransizca, Ingilizce, Almanca kelimeler var.”(25) içerlemesinde haksiz midir?
18-23 Agustos 1934 tarihlerinde ikinci Türk Dil Kurultayi düzenlendi. Sovyet Bilim Akademisinin iki üyesi ile Istanbul Üniversitesinden bir Alman profesörün de katildigi bu toplantida bizim konusmacilar, yine kendilerine yakisan bir tutumla bin yillik Islâm kültürünü yabancilasmamizin asil sebebi olarak gösterip kötüleme yarisina girdiler. Onlara göre Islâm bize bir yabanci kültür empoze etmisti. Bundan dolayi Türk onurunun yeniden insasi için Islâmî geçmisin kalintilarinin Türk dilinden çikarilmasi gerekiyordu. 1935 Mayisinda TDAK (Türk Dili Arastirma Kurumu) çok çesitli Arapça ve Farsça kelimelerin ikamelerini listeleyen bir sözlük yayimladi. Osmanlica-Türkçe Cep Kilavuzu baslikli bu sözlük, Türkçe ile Arapça ve Farsça arasindaki dilbilimsel bir kopusu gerçeklestiriyordu. Bir kismi neredeyse bin yildir Türkçe’nin içerisinde bulunan Arapça ve Farsça kökenli sözcükler böylece tasfiye edildi. Ancak paradoksal olarak ve Atatürk’ün Türkiye’yi Avrupalilastirma andini yansitir biçimde, Avrupa dillerinden gelen kelimeler Türkçe’den temizlenmedi. Aslinda TDAK’nin türettigi yeni kelimelerin bir kismi, süphe uyandiracak biçimde Avrupa dillerindeki, özellikle de Fransizca’daki kelimelere benziyordu.”(26)
*
Aziz milletimizin ezanini, namazini, Kur’an’ini, ibadetini yasaklayan zulümlerin bu saçmaliklara istinaden yapildigini da söylemeden geçmeyelim. Dilimizi egip bükmeye gerek yok; yapilan iman, Islâm, kültür, tarih ve millet düsmanligindan baskasi degildi. Yine bu saçmaliklara istinaden 21 Kasim 1932’de Diyanet Isleri Baskanligi tüm mescit ve cami hademelerine ezanin Arapça yerine Türkçe okunmasi için kendilerini hazirlamalari yolunda bir talimat vermistir.(27) 30 Ocak 1932 de "Tanri uludur" ünlemi, Ayasofya minaresinden ilk kez Türkçe olarak çinladi ve kisa bir süre sonra ezanin ari Türkçesi, Dil Kurumu tarafindan hazirlanip Diyanet Isleri Baskanliginca yayinlandi.” (28) Ortalik toz duman içindedir. Korkunç bir akil tutulmasiyla bin yildir benligimizde yer etmis kelimeler lügatlerden silinir. Lügatten silmekle hayatimizdan da çikip gidecekleri sanilmistir. Bütün manasiz, amorf baskilara ragmen bunun böyle olmadigi, olamayacagi anlasilmistir. Dil ruhumuza, gönüllerimize yerlesmistir. Esasen ‘dil’in lisanimizdaki ilk karsiligi da gönüldür. Ne ki gönlünde bu milletin aski olmayanlar, kendi dillerine, kültürlerine arkalarini dönerek batiya hayran olma teslimiyetçi kepazeligiyle, kelime uydurmaciligini aydin olmak sanmislardir. Bu ihanet onlari hiçlestirmistir.
*
Atatürk’ün, memleketimizi ziyarete gelen Isveç Veliahdi Prens Güstav Adolf serefine Çankaya Köskü’nde verilen ziyafette yaptigi bir konusma vardir ki evelemeden gevelemeden söylemek zorundayim tam dil açisindan bir anlamsizlik saheseridir! Ibretlik bir vesika olarak buraya almayi uygun gördük.
“Altes Ruayâl,
Bu gece, yüce konuklarimiza, Türkiye’ye ugur getirdiklerini söylerken duydugum, tükel özgü bir kivançtir.
Burada kaldiginiz uzca, sizi sarmaktan hiç durmayacak ilik sevgi içinde, bu yurtta, yurdunuz için beslenmis duygularin bir yankisini bulacaksiniz. Isveç-Türk uluslarinin kazanmis olduklari utkularin silinmez damgalarini tarih tasimaktadir. Süerdemligi, önü, bu iki ulus, ünlü sanli sözlerinin derinliginde sonsuz tutmaktadir. Ancak, daha baska bir alanda da onlar erdemlerini, o denli yaltirikli yöntemle göstermislerdir. Bu yolda kazandiklari utkular, gerçekten daha az özence deger degildir. Avrupa’nin iki bitim ucunda yerlerini berkiten uluslarimiz, ataç özlüklerinin tüm issilari olarak baysak, önürme, uygunluk kildacilari olmus bulunuyorlar; onlar bugün en güzel utkuyu kazanmaya aniklaniyorlar; baysal utkusu.
Altes Ruayâl,
Yetmis besinci dogum yilinda oguz babaniz, bütün acunda saygili bir sevginin söyüncü ile çevrelendi. Genlik, baysal içinde erk sürmenin gücü iste bundadir. Ünlü babaniz, yüksek kraliniz besinci Güstav’in gönenci için en issi dileklerimi sunarken, Altes Ruvayâl, sizin Altes Ruvayâl, prenses Louise, sevimli kiziniz Altes Prenses Ingrid’in esenligine, tüzün Isveç ulusunun gönencine içiyorum.” (29) Atatürk adeta sakinlerinin birbirini anlayamadiklari Babil Kulesinden konusmaktadir. Uyduranlarin bile anlamadigi bu saçmalik temel hususiyeti anlasma araci olan dili anlasmama aracina çevirmistir.
Kamile Imer bu söylev üzerine “Yeteri kadar özen gösterilmediginden ve yabanci sözcüklere gelisigüzel Türkçe karsilik bulundugundan büyük bir basari saglanmamistir.”(30) diyerek yasanan trajik komediye makul izahlar yapmaya çalisir. Imer neyi savunur, neyin açiklamasinin pesindedir anlasilir gibi degildir. Dilin anlasma degil anlasamama araci olarak kullanildigina, insanlari buna tesvik etmeyi anlamak için deli olmak lazim. Tahsin Yücel baska bir maksatla söylüyor olsa da bir dogruya isaret ediyor. “Gerçekten de bir dilin herhangi bir evresinde, kendisini kullananlar için anlasilmaz bir duruma düsmesini tasarlamak bile zordur.” Tam da dil devrimiyle kesiflesen akil tutulmasini ifade ediyorken birden jakoben kutsalliklarina yanlis yaptigini farketmenin saskinligiyla toparlamaya çalisiyor. “Yeni uydurulmus, bilinmedik sözlerle dolu bir yazinin, bir konusmanin anlasilmamasinda anlasilmayacak bir sey yoktur.” (31) Yani üstelik dil imkân ve yetenekleri kullanilarak, daha dogrusu sorumsuzca suursuzca istismar edilerek milletin sagir ve dilsiz birakilmasini mazur görmemizi istiyor. Uydurulmuslari veya uyduranlari memnun etmek için anlami da anlasamamayi da önemsemeyelim demeye getiriyor?
Ilk Kurultay’da hangi sebeple oldugunu bilemedigimiz bir tutumla dil devriminden yani tasfiyecilikten, uydurmaciliktan yana olan Fuat Köprülü, bu ufunete dayanamayarak sonunda infilak eder: “Müstebit ve çilgin bir hükümdarin yahut din ve mezhep taassubunun, yahut da millî taassup ve tahakkümlerin veya sinif diktatörlügünün yaptigi bu hareketler kolayca izah olunabilir. Lâkin bizim bugünkü resmî argoyu yaratan zoraki hareketin bir benzerine tesadüf edilemez: Bir hükümet kendi mekteplerinde çocuklara zorla uydurma bir dil ögretsin, bir millet meclisi, yapacak binlerce acele is dururken, bir akademi vazifesi görerek uydurdugu argoyu bütün millete kabul ettirmeye kalksin… Insanlik tarihinde bu kadar manasiz, zararli bir isin benzerini bulmaya imkân yoktur.” (32)
*
3. Dil Kurultayina gidildigi siralarda, devrimin, özellikle samimi ilim adamlari nezdinde evvelki heyecanini yitirdigi söylenebilir. Bu arada Atatürk merkezli olarak dil kurumu azalari basta olmak üzere ilgili kesimlerde, bir yeni teori tartisilir: Günes-Dil Teorisi. Türkçenin bütün milletlerin diline kaynaklik yaptigi, diger bütün dillerin Türkçeden dogdugu ana fikrine dayanan bu yeni paradigma ile birlikte uydurmacilik baska bir boyuta evrilir. Keyfî yakistirmalarla diger dillerin kelimelerine Türkçeden menseiler olusturulur. Ortaya çikan manzara sadece ilim adina degil, mantikî saglik adina da tam bir aymazliktir. Sadece bir örnek tuhafligi yansitmaya yeter: Kendisi bir dil adami olmamakla birlikte Dil Cemiyetinin azasi olan avukat Yusuf Ziya Özer, meselâ Yunan Afrodit’inin aslinda ‘avrat’ kelimesinden geldigini söylemistir. A. Fuat Basgil, ikinci kurultayda Finceyi de dahil ederek, Türkçe ve Ural-Altay dilleri arasindaki akrabalik üzerine konusan Özer’le bir anisini anlatir. Bir gün Basgil’le vapurda karsilasirlar. Basgil’e anlatir: “Mesela Firavun kelimesi Arapça sanilir, hâlbuki Türkçedir ve ‘burun’ kelimesinden çikmadir. Burun insanin önünde çikinti yapan bir uzuvdur. Hükümdar da cemiyetin önünde giden bir sahsiyet oldugu için, Misir’da buna burun denilmis, kelime zamanlar içinde kullanilarak nihayet Firavun olmus… üstad hakikaten uydurmacilik hastaligindan kurtulamayarak Allah’in rahmetine kavustu.”(33) Devrim adina buna benzer sayisiz dilbazliklar yapilir. Bu kelimeyi elbette düzenbaz’ madrabaz gibi kelimelerin çagrisim tesiriyle kullaniyorum. Devrimbazlar, dil kalpazanligiyla bir Babil kulesi insa etmeye çalismislardir.
3. Kurultaya Günes-Dil Teorisi gündemiyle girilir. “Günes-Dil Teorisi’nin kaynagi, Dr. Herman F. Kvergic’in Atatürk’e gönderdigi 41 sahifelik basilmamis bir incelemedir.”(34) Ölçegin büyütülmesi, Türkçenin bütün dillerin kaynagi oldugu tezi ortaligi biraz sakinlestirmistir. Buna göre esasen her dil ve o dillerin kelimeleri Türkçeden neset ettigine göre, yerli-yabanci dil ve kelime ayrimi da ortadan kalkmalidir. Sonuçta bütün dillerin kökeni Türkçedir. Asiri taassuba gerek duyulmamalidir. Bu yaklasim ilginç sekilde hem olur olmaz baska malayanilere yol açti hem de basta münevver ve mütefekkirlerimiz olmak üzere insanimizi rahatlatti. Gidisatin zor ve düsünüldügü gibi seyretmediginden Atatürk de haberdardi. Ne ki, halel getirmeden karar(lilig)indan dönmek de kolay olmuyordu. Günes-Dil Teorisi ona da bu firsati vermis oldu. Bunun üzerine 1937’de aralarinda Dil ve Tarih Kurumu üyelerinin de bulundugu bir heyete konusurken “Dil âlimlerinin mütehassislarinin akademik çalismalarina müdahale etmeyecegim” diyordu, “Sizin de sofrada hazir bulunan Dil Kurumu Merkez Heyeti Üyeleri mesailerinizi ilmin son verimlerine uydurmaniz gerekir.” (35) Bir itirafa benzeyen bu cümlelerle adeta simdiye kadar dile dilbazlikla müdahale edildigi, müdahalelerin ilmî gerçeklere de dilin tabiatina da uygun düsmedigi, fazla zorlanirsa basa daha büyük isler açilabilecegi itiraf ve endisesi açiga vuruluyor gibidir.
*
“Devlet politikasi olarak tüm kaynaklarin seferber edildigi öz Türkçelestirme çalismalarinda sona gelinir: Insanlar konusamaz, birbirlerine meramlarini anlatamaz hale gelirler. Atatürk bir gün Falih Rifki’ya “Ismet Pasa’yi gördüm. “Konusamiyoruz. Dilsiz kaldik, bu kadar çalistik, küçük bir kilavuz çikardik diyor’ dedi. Yine Atay’a su tarihî itirafi yapar. “Çocugum beni dinle. Türkçenin hiçbir yabanci kelimeye ihtiyaci olmadigini söyleyenlerin iddialarini tecrübe ettik. Bir çikmaza girmisizdir. Dili bu çikmazda birakirlar mi? Birakmazlar. Biz de çikmazdan çikarma serefini baskalarina birakmayiz.”(36)
Isveç Veliahdina yaptigi konusmadaki gibi Atatürk yeni kelimeleri defalarca kullanmistir. Hatta 1934 Dil Bayrami kutlama bildirisinde “Dil bayraminizdan ötürü Türk Dili Arastirma Kurulu Genel özeginden, ulusal kurumlarindan, türlü orunlardan birçok kutun bitikler aldim. Gösterilen güzel duygulardan kivanç duydum. Ben de kamuyu kutlarim” ifadesini kullanarak bu tür kelimelere yer vermistir. Bu tebrik ve tesekkür denemesinden üç sene sonra, 1937 yili Dil Bayraminda, yine Dil Kurumuna yolladigi ikinci bir tesekkür yazisinda. “Dil bayrami münasebetiyle, Türk Dil Kurumunun hakkimdaki duygularini bildiren telgraflarinizdan çok mütehassis oldum. Tesekkür eder, degerli çalismalarinizda muvaffakiyetlerinizin temadisini dilerim.” seklindeki ifadesi, tasfiyeciligi kesin olarak terk ettiginin delilidir.1936’ya kadar uygulanan politikalarin dili çikmaza soktugunu gören Atatürk, Günes-Dil Teorisi ile dildeki tasfiye hareketinden dönmüs ve saglikli bir yol olarak “yasayan Türkçe”de karar kilmistir.”(37)
Fuat Köprülü Birinci Türk dil Kurultayinda belli ki biraz da Gazi’nin tahakkümü ve etkisi altinda “Son asirlarda türlü yabanci tesirler tabiî yolunu sasirmis olan dilimize tekrar o eski zenginligini, istiklâlini kazandirmak ve bugünkü manasiyla en ileri, en genis bir medeniyet dili haline getirmek için ilk Türk Dil Kurultayi toplanmis bulunuyor” diyordu; “Millî suura ve millî imana dayanan insan iradesinin su son asirda, millî lisanlarin inkisafina, hatta bazi ölü sanilan dillerin bile yeniden yaratilisina nasil muvaffak oldugumuzu siz de bilirsiniz. Türk ruhunu herkesten daha evvel ve daha derin sezen ve bu millî temayüllere daima ve vazih ve en dogru seklini veren Gazi, milletine hediye ettigi büyük inkilâplar zincirinin yeni bir halkasi olan muazzam dil inkilâbini da ilmin saglam esaslari üzerine kuruyor… Diger inkilâplarimizda oldugu gibi bunda da muvaffak olacagimizdan bir an bile süphe edemeyiz.” Ayni Fuat Köprülü, 1952’de söyle diyordu: “Mektepteki çocuklar evde ana ve babalariyla anlasmakta güçlük çekmeye basladilar. Diger taraftan Türk Dilinin kendi bünyesi içindeki gelismesinin ve sadelesmesinin hizini kiran bu yapmacik dil, nesiller arasinda bir uçurum yaratmaya basladi. Bu suretle imparatorluk devrinde yaratilmis olan avam ve havas diline benzer bir ikilik vücuda geldi: Millet dili ve Devlet dili. Medenî cemiyetlerde dil, mensup oldugu milletle kemalini bulur ve nesiller arasinda köprüler kurar. Tarih, hars ve güzel sanatlar bakimindan birtakim baglar vücuda getirir. Bizde ise 1945’ten bu yana yaratilmak istenen resmî dil, nesiller arasindaki baglari kirarak dilde bir ikilik ve karisiklik yaratmistir.”(38)
Sonuç olarak;
Ilk on yili hatta çeyrek yüzyili ideolojik programiyla milleti biçimlendirerek geçiren Cumhuriyetin erken döneminde, yaziyi degistirerek baslatilan Dil Devriminde hususen 1. Dil Kurultayinda ve sonraki kurultaylarda neler olmustur? Devrimin öncü ve taraftarlarinin, konuyu, dilin tasidigi anlam ve önemine uygun istikamette ve iyi niyetle ele aldiklari kanaatini tasimiyorum. Mehmet Kaplan “Türk milletinin asirlardan beri kullandigi ve manasini bildigi binlerce kelimeyi, uydurma kelimelerle degistirmeye gelince, insan bu hareketin arkasinda zarurî olarak baska niyetler ariyor.” Diye kuskulanmakta haksiz degildir.(39)
Hadiselerin gelisme sirasi, hizi ve sekline bakilirsa devrimlerin önceden ve son derece kararli planlandigi söylenebilir. Gazi’nin iradesine muhalif olamayacak, fiili olarak da sonucu zaten degistirmeyen tartismalarin, dogruyu ortak fikri arayislarla bulma anlayisindan uzak, göstermelik oldugu anlasilmaktadir.
Tarihe kök salmis bir milletin ve medeniyetin mensubu olma suuruyla degil ideolojik bakanlar, sadece hakikate gölge düsürmemis ayrica kendi sigliklarini da ortaya koymuslardir. Basta ikbal ve menfaat hesaplari olmak üzere çesitli saiklerle 23 Nisan senliklerindeki zekâ düzeyini asamayan saksakçilikla bir sürü tezvirat, ilmî, fikrî hassasiyetleri bos yere mesgul etmistir. Bu babdan olmak üzere örnegin Vecihe Hatiboglu gibi sözüm ona bilim insanlarinin ‘Ölümsüz Atatürk ve Dil Devrimi’ gibi (TDK yay, Ank 1981) kitaplarini bir kenara korsak, sahasinda yazilmis en önemli eserlerden biri, belki ilki D. Mehmet Dogan’in ‘Türkçe’nin Cenaze Töreni’ adli kitabidir. (40)
Dogan 2020’de yayinladigi bu eserinde 1. Türk Dil Kurultayini konu ediyor. Tafsilatli ve orijinal halleriyle yer verilen celse zabitlarina ilaveten yazarin tespit ve düsünceleri hakikati bütün sarahatiyle beyan eder mahiyettedir. Oradan kimi iktibaslar meselenin esprisini hülasa edecektir. “Bugün Osmanlicanin, yani 20. Yüzyila ulasmis olan Türkçenin zaaflari yüzünden degil, gücü yüzünden saldiriya maruz kaldigini, önünün kesildigini söyleyebiliriz.(s.6) Ilk defa yapilan Türk Dil Kurultayinda ilim konusmamistir, hakikat gözetilmemistir, hak teslim edilmemistir, gerçek anlamda bir dil islah programi ortaya konulmamistir../.. Türkçenin 20. Yüzyilda basina gelenler, hiçbir dilin basina gelmedi. (s.7), Türkiye reddi mirasla yetinmemis, mirasini kavga konusu yapmistir.(s.9), Modern Iran edebiyatinin ilk verimlerinde Türkçe unsurlara daha sik rastlaniyormus. Sonra ne olmus? Onlar da ‘dil reFormu’ yapmislar. Türkçe kelimeleri atmislar. Iki taraf da müsterek unsurlari atarak birbirinden uzaklasiyorlar. Bunun bir üst akil müdahalesi oldugunu düsünemez miyiz?”(s.73) Bir dilin bayrami, o dilin edebiyatta, fikir alaninda saheserlerinin vücut bulmasidir. Bu zengin ve istikrarli bir dilde mümkündür. Türkçe 20. Yüzyilin basinda bu kudrette bir dildi. (s.101)”
Harf ve Dil devrimleri ile baslayip süren operasyonlar sosyolojik olarak degisim veya dönüsüm kavramlariyla açiklanamaz. Çünkü her iki kavramin ifade ettigi olguda da kendiliginden sayilabilecek bir gelismenin hayata dahil olmasi vardir. Bir sekilde ihtiyaç duyulan bu renklerin kabulü sarsici veya sancili olmaz. Yapilan inkilâp da degildir. Çünkü insanimizin içten kabulü veya degisimi içsellestirmesi söz konusu edilemez. Illa bu kelimelerle ifade edilecekse batililastirilmak zorlamasiyla degistirilmek, dönüstürülmek kelimeleri ifade eder. Yani hayat, toplum ve dünya realitelerine ters bir uygulama yapilmak, su yokusa akitilmak istenmistir. Debisi yüksek bir nehir su borusundan akitilmak istenmistir. O nedenle bu yapilanlara devrim demek uygundur. Bu cürümün faillerinin amaci da, niyeti de toplumun dilini, dinini, tarihini devirerek yerle yeksan etmektir. O nedenle tüm maddî, manevî dayanaklari, kaynaklari, damarlari yikip, kurutmaya çalismistir.
Dilin her varligin kendini ifade etmesine imkân olusturacak katlari vardir. Dilin güçlü ve zengin olmasi her seviyeden algi, ilgi ve bilginin kendini ifade ve gerçeklestirme yolu bulmasina baglidir. Bu sebeple hayatin her anini, mekânini dolduran dil, bir yandan yüksek bilinç ve duyarliklarin öbür yanda cahil, sig, suursuz güruhlarin da iletisim vasitasi olur, oluyor. Dünyanin her yerinde, tarihin her döneminde bu degismez isleyis hep var olagelmistir. Hiçbir zaman ilim veya sanat dili ile pazarin, sokagin dili ayni olmaz, olmamistir. Her ilmin, her disiplinin kendine has literatürü, kavramlari, terminolojisi, usulü, özetle farkli dili ve tarzi vardir. Bulundugunuz katlar farkliysa, ayni kelimeleri kullaniyor gözükseniz bile kullandiginiz dilin katlari da, kategorileri de farkli olacaktir. Hiçbir zaman, Goethe, Nietzche, Hegel veya Rilke, siradan bir Alman için anlasilir olmamistir, olmayacaktir. Siradan bir almanin Schopenhauer’i, Kant’i veya Schiller’i anlama derdi de olmamistir. Onlar bütün varliga ev olan ayni dilin dünyasinda ince duyarliklari, estetik derin bakislari sahiplenirler. Bizde de bir Fuzuli, bir Bakî, bir Nabî, Mehmet Âkif’ten, Ahmet Mithad’a, Ahmet Hamdi’ye, Necip Fazil’a, Sezai Karakoç’a, sanatçisindan siyasetçisine, havastan eshasi sokaktaki insanimiz anlamayabilir. Mücerret anlamda diller, duyarliklar örtüsmez, örtüsmeyebilir. Bu böyledir. Bunda sasilacak bir durum olmaz. Farkli anlam katlari varsa farkli anlama katlari da vardir. Buna karsin dil her kata uygun bir deyis estetik ve zenginligi ortaya koyabilir. Hatta dili zengin kilan hususiyetlerden biri de bu mahiyetidir. Arzulayan herkes yüksek hakikatlere kendine uygun ve kendine göre bir yoldan bir kapidan giris yapabilir. Burada hakikatin sadece görünümü, havasi, kokusu degisir. Halk edebiyati veya halk müzigi kendi katlarindan ve yollarindan insanlari hakikate götürür. Bu yollarin, yürüyüslerin hepsi güzeldir. Birine güzellememiz için digerini çirkinlestirmeye, birini yüceltmek için digerini asagilamaya, asagi çekmeye gerek yoktur, olmamalidir, olmamaliydi. Dilin çok anlamli, çok katmanli yapisini tek anlama, tek katmana indirgemek dilin kolunu kanadini kirmak olur. Iste Dil Devrimi adi altinda katliami aratmayan budamalarla vahim yanlislar yapilmistir. Halkin anlayisi, gündelik, yüzeysel hatta çogu zaman bayagi ilgiler esas alarak; dil, edebiyat, söz, yazi hayati tedip edilmek istenmistir.
Yazi dili ile konusma dilinin birlestirilmesi veya yakinlastirilmasi modernlesen Avrupa’nin uluslasma sürecinde kendiliginden yasadigi veya yasamak durumunda kaldigi bir olgudur. Sanayii ve ticaret merkezli olarak toplum ve hayat da temelden degisti. Okuryazar olmayan köylü veya köle toplumlar sehir merkezlerine Buna ragmen halkin konustugu dilin ölçü alindigi da söylenemez. Kelimelerin ruhuna, anlamina sirayet etmis Anadolu irfani, bütün art niyetleri sükûtu hayale ugratacak kudret ve ferasette sahiptir. Devrim sürecinde okullar kadar basin yayin ve diger sanat faaliyetleri de etkili olmustur. Ister istemez basta devlet ve toplum arasi iliskiler olmak üzere hayatin her alanindaki iletisimde olabildigince yalin, basit ve herkesin anlayacagi bir seviye gözetilmistir. Ancak ne var ki bu dil, hiç tartismaya bile gerek yok ki bu dil, bilim insaninin, yüksek siyasetin, edebiyatin dili degildir, olmamistir, olamaz. Bu dille bilim de edebiyat da yapilamaz. Sokaktaki insan gazeteyi okur ve anlar, radyoyu dinler ve anlar ama ne James Joyce’u okur, ne Stendhal’i anlar. Halkçilik veya sadelestirme adina dilin bütün katlarini avamin idrak dünyasiyla ölçmek veya sinirlamak ilime, sanata, estetige, hakikate zulümdür. Bu dille felsefe, bilim, sanat yapilamaz, yapilamamistir. Bu yolun denenmesinde birinci neden, ana sütümüz denli ak olan dilimizin Islâm’la, imanla, gönülle nefeslenip canlanmis olmasi degildir sadece. Bu yola basvuranlar yani dili yerlerde sürünecek düzeyde alçaltanlar, aslinda yüksek bir kültüre, bilgi ve bilince sahip degillerdir, olamazlar da. Dile ihtiyaç duyacaklari bir düsüncelerinin, estetik anlayislarinin olmayisi, kendilerini asagilik, küçük, degersiz, siradan görmelerine yol açmistir. Bunlar degeri olmayan insanlardir. Cumhuriyet aydini bir deger üretememistir. O sebeple de halk irfanina yenilmislerdir.
Dil devrimini harf ve soyadi devrimiyle birlikte degerlendirdigimizde yapilmak istenenin geçmis ve gelecek baglantilariyla bir milletin kültürünü temelden yok etmek için yapildigi açiktir. Ercan Köksal ne isabetli söyler: “Bir medeniyeti ögrenmenin tek yolu o medeniyetin ortak dilini ögrenmektir. Lâkin harf inkilâbi ve dil devrimiyle bizi geçmisimize baglayan bir medeniyeti idrak etmenin tek yolu olan dilden mahrum kaldik. Bu mahrumiyet milletin kilcal damarlarina kadar sirayet etti. Neticesinde millet olarak hafizamizi kaybettik. Hafizasi ve geçmisi olmayan bir toplumun saglam bir gelecek insa etmesi, istikbalini dosdogru çizebilmesi de elbette mümkün degildir.” (41)
Yabanci kelimeler diyerek Arapça ve farsça etkileri Türkçeden söküp atmayi amaçlayan çabalar esasen Islâmî kültür ve yasama biçimini hayatimizdan söküp atmayi amaçlayan kötü niyetli yaklasimlardir. Samanliktan, Yunan mitolojisine kadar her türlü etkiye sadece açik degil ayrica istekli olan bu yaklasim, Islâm’i yabanci görmekle esasen kendi karanlik niyet ve kimligini desifre etmektedir. Islâm bize yabanci degildir. Islâm bizim özümüz, benligimiz, kimligimizin esasidir. Biz benligimizi Islâm’da ve Islâm’la bulmusuzdur. Islâm’a karsi ve ters olan bize yabancidir. Türkçe bizim dilimizdir. Biz Türkçe ile biz oluruz, olmaktayiz. Türkçe Islâm dilidir. Asil rengini, hassasiyetini Islâm’dan alan bir gönül ve derin tasavvur dilidir.
Ancak bir cinnet haline benzeyen delilik veya delilige benzeyen cinnet haliyle açiklanabilecek bu suursuz, sorumsuz husumetle tarihe ve millete bir talihsizlik yasatilmistir. Evvela nefes alip verme anlaminda hayatta kalma mücadelesi veren bu millet, gelecegini kurtarmak adina disini sikmis, susmustur. Dili baglanip, lisanina çelme takilarak arkadan itilen milletimiz yere kapaklanmis, ama kalkmis ve yoluna devam etmektedir. Dili gelecegin karanlik bosluguna itenler, kendileri için zafer sayilacak bir aydinlik insa etmisler midir? Bu söylenemez. Büyük bir yangindan, göçük altindan çikmasina, korkunç kiyim, yikim ve katliama maruz kalmasina ragmen bu millet tekrar küllerinden dogmasini, dirilmesini bilmis, tarihteki yerini almaya baslamistir. Ne yapip edip muhafaza etmeyi basardigi özüyle, duyarli sanatçilari, düsünceli âlimleri, mütefekkirleriyle, tarihî yürüyüsüne devam etmektedir. Aldigimiz yaralarin dilimizde de, kafamizda, beynimizde de izleri geçmis degildir. Ama asil büyük ve yikici sarsintiyi da, savrulmayi da atlattik hamdolsun. Simdi hayati ve dünyayi asirlara kök salarak bütün bir insanliga can ceren kutlu kaynaklarin isiginda yeniden yorumlama, tarihe, dünyaya, insanliga yeniden umut olma, yeni ufuklara yönelme vaktidir.
(Bu yazida yer alan fikirler yazara aittir. Hikmet Akademisi’nin bakis açisini yansitmayabilir.)
Bu yazi, Karabatak dergisi, Eylül-Ekim 2022, 64. sayisinda yayinlanmistir.
______________________
1-Dr. Dana Suskind ‘Otuz Milyon Kelime, s.13, çev. Esra Eret Orhan, Baris Satilmis, 2. bas. Buzdagi yay, Ankara 2018.
2- Ercan Köksal, 100 Yillik Dava, Ilmek yay, Ist, Tarihsiz. s.134
3- Zeynep Korkmaz, Türk Dilinin Tarihî Akisi Içinde Atatürk ve Dil devrimi, Ankara Üniversitesi yay, Ankara 1963.s.1.
4- Mete Tunçay, Elestirel Tarih Yazilari, Liberte yay, 3. bas, Ankara 2012. s.197.
5- Erik Jan Zürcher, Modernlesen Türkiye’nin Tarihi, çev. Yasemin Saner Gönen, 7. bas, Iletisim yay, Ist. 2000, s.257.
6- Bernart Lewis, Modern Türkiye’nin Dogusu, çev. Metin Kiratli, 5. Bas, TTK yay, Ankara 1993.s.411, 412.
7- Erik Jan Zürcher, age s.271, 272.
8- Erik Jan Zürcher, age, s.273.
9- Mete Tunçay, age, s.175.
10- D. Mehmet Dogan, Türkçenin Cenaze Tören, s.65, Yazar yay. Ankara 2020.
11- Rabia Tuncil Can, Kültürel Sürgün, Bilsam yay, Malatya 2016, s.13.
12- Zeynep Korkmaz, age, s.49.
13- Erik Jan Zürcher, age s.275.
14- Zeynep Korkmaz, age, s.52,53.
15- Geoffrey Lewis, Trajik Basari -Türk Dil ReFormu-, çev. Mehmet Fatih Uslu, Gelenek yay, Ist 2004. s.67.
16- Kâmile Imer, Dilde Degisme ve Gelisme Açisindan Türk Dil Devrimi, TDK yay, Ankara 1974. s.86.
17- Serafettin Turan, Sevgi Özel, 75. Yilda Türkçenin ve Dil Devriminin Öyküsü, Dil Dernegi yay, Ankara 2007, s.89,90.
18- Serafettin Turan, Sevgi Özel, age, s.92-96.
19- Andrew Mango, Atatürk, çev. Füsun Doruker, Yeni Binyil yay, Ist. 2000. s.447.
20- Zeynep Korkmaz, age,s.56.
21- Mehmet Salihoglu, Isiklanan Ülke, Ayyildiz Matbaasi, Ankara 1966, s.73.
22- bkz. Kâmile Imer, age, s.87.
23- Ömer Demircan, Iletisim ve Dil Devrimi, Yaylim yay, Ist. 2000. s.116-119.
24- Rabia Tuncil Can, age, s.92.
25- Sükrü Ünalan, Dil ve Kültür, 3. bas, Nobel yay, Ankara 2005, s.48.
26-Soner Çagaplay, “Otuzlarda Türk Milliyetçiliginde Irk, Dil ve Etnisite”, Milliyetçilik, Iletisim yay, Ist. 2002. s.255.
27- Geoffrey Lewis, age, s.66.
28- Bernart Lewis, s.411.
29-Bu metin 11 Temmuz 2022 itibariyle, oldugu gibi Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurulu, Atatürk Arastirma Merkezi Baskanligi’nin resmî sitesinde de mevcuttur. ‘https://www.atam.gov.tr/ataturkun-soylev-ve-demecleri/isvec-krali-ve-turkiye-isvec-iliskileri-hakkinda-konusma’
30- Kâmile Imer, age, s.89.
31- Tahsin Yücel, Dil Devrimi, Varlik yay, Ist. 1968. s.164.
32- Nihat Sami Banarli, Türkçenin Sirlari, 20. bas, Kubbealti Nesriyat, Ist. 2004. s. 272. Fuat Köprülü’nün “Düzme Devlet Dili Nasil Yapildi?” Vatan, 30 Ekim 1948.’den naklen.
33-Geoffrey Lewis, age, s.68.
34- Zeynep Korkmaz, age,.s.65.
35- Zeynep Korkmaz, age,s.71.
36-Lewis’ten, Rabia Tuncil Can, age,, s.100.
37- Ekrem Erdem, Bizimki Türkçe Sevdasi, 6. bas, TDED yay, Ist. 2012. s.73-75.
38- Mehmet Salihoglu, age,, s.74,75.
39- Mehmet Kaplan, Kültür ve Dil, 7. bas, Dergâh yay, Ist. 1992, s.200.
40- D. Mehmet Dogan, age,
41- Ercan Köksal, 100 Yillik Dava, Ilmek yay, Ist, Tarihsiz. Önsözden.