Bundan on beş yirmi sene önce Ahmet Altan öyle popülerdi ki. Sağıma dönüyorum kitabını okuyan, soluma dönüyorum makalesinden bahseden birileri. Kuzenim de sürekli okurdu. Özellikle Sudaki İz’den çok etkilenmişti. Bir de aşk üzerine yazdığı şeyleri okumayı severdi. Bense özellikle kadınlar hakkındaki süslü laflarını öyle bayağı buluyordum ki. “Yavan” sözünü çok sık kullanırdı anneannem, “Yavanlık etmeyin,” derdi. Ahmet Altan da yavan bir adamdı nazarımda. Ve kadınlara hitaben yazdıklarının bir tür pazarlama yöntemi olduğu çok belliydi.
Zaman zaman Müslümanları etkilemek için de yazdığı olur, ezan sesi beni çok etkiledi, içim ansızın huzurla doldu gibi klasik tavlama yöntemlerine başvururdu. Ya da bazı Müslüman düşünürlerden –çoğunlukla Mevlana tabii- alıntılar yaparak, İslam’la aslında çok ilgiliymiş gibi gösterirdi kendini. Bir yandan, başörtüsüne özgürlüğü savunurdu ki, bu da bazı müslümanları kandırmanın ve onlara karşı alacaklı durumda olmanın çok güzel bir yoluydu.
Bir tek o değil elbette. Müslümanlarla en çok flört eden Ahmet Altan’dı sanırım. Ancak Mehmet Altan’dan tutun da, Cengiz Çandar’a, Ümit Kıvanç’a ya da Birikim ekibine değin, bir cilâlı imaj devrine maruz kaldık. Ve bir çok insan, onların yakın çevresinde yer almaya, gündemlerindeki konu neyse buna dahil olmaya çalışarak geçirdi yıllarını. Bir keresinde, onlardan birisiyle diyalog halinde olan bir kadın yazarın, övünerek şöyle söylediğine şahit olmuştum:
“Bana şimdiye kadar tanıdığı Müslümanlardan çok farklı olduğumu söyledi.”
Bu sözün ardındaki hakaretin bile farkında olamayacak kadar büyüsüne kapılmıştı bu cilali imajın. Ve muhtemelen epey salaklaşmıştı da çünkü Batı’nın kimi zaman bazı insanları, Türkiye’ye çizmek istediği sınırı çekmek için bir kalem gibi kullandığını anlamıyordu.
Aslında bütün duvarları aynalarla kaplı bir odada yaşıyorlar ve her taraftan sadece kendilerini görüyorlardı hepsi de. Sadece kendi seslerinin yankısını işitiyorlardı. Bir de alıngandılar ki, herkesin bütün işi gücü onların hassasiyetlerini gözetmek olmalıydı adeta. Sahip oldukları en büyük üstünlük ise, bitmek bilmeyen ihtiraslarıydı. Bu ihtiras sayesinde, ellerinde olandan çok daha fazlasını ceplerinde taşıdıklarına inandırabiliyorlardı herkesi. Onlar ne yaptıklarını çok iyi biliyorlardı pek çoğumuz için. Çelişki barındırmayan, berrak zihinlere sahiptiler. Oysa tek yaptıkları, güneşin altında hep eğik bir açıyla atmaktı adımlarını, böylece gölgeleri olduğundan daha kocaman görünüyordu.
O dört tarafı aynalarla kaplı odanın içerisinde, siyasi hırslarını dokunulmaz olan düşüncenin ardına ustalıkla gizleyerek yaşadılar daima. Vitrine koydukları evrensel değerlerle bezeli düşünceleri, siyasi imtiyaz arzularını ve üst akıl olma ihtiraslarını perdelemek için kullandıkları aksesuarlardı aslında sadece. Bir yandan icâzet dağıttılar oturdukları yerden, kuyruklar oluştu üstelik kapılarının önünde. İyi bir yazar, iyi bir gazeteci, iyi bir Kürt, iyi bir Türk, iyi bir Müslüman ya da iyi bir bilmem ne olabilmek için onların icâzetine ihtiyaç duydu bir sürü insan. Ne saçmalık. Birilerinin sayesinde bir şey olacaksam, hiç olmayayım daha iyi demek, bu kadar mı zordu oysa? Eski siyah beyaz Charlie Chaplin filmlerinde, hızlı hızlı hareket eder ya herkes, arı kovanının ağzını açmışsınız da, arılar etrafa saçılmış gibi. İşte onların kapılarının önü de, böyle heyecanlı kalabalıklarla doldu taştı. Yakın çevrelerine dahil olmak isteyen bazı insanların, bir havada parende atmadığı kaldı.
Sözde çok sağduyulu ve vicdanlıydılar. Ama başörtüsü serbestisi ilk gündeme geldiğinde, “başka ve daha öncelikli gündemlerimiz var” diyen yazılar yazdılar, doğru dürüst itiraz eden insan sayısı bir elin parmağını geçmedi. Seçimle işbaşına gelen iktidarı sokakla göndermek istediler, iç savaş yazıları bile yazdılar, bunun bedeliyle yüzleşmek zorunda kaldıklarında ise, kafalarını çevirdikleri aynada yine kendi suretlerini gördüler sadece. Sağ yanağınıza vurduk, bir de sol yanağınızı dönün, dediler. Hepsi çok şey bekledi, beklentileri olmayınca düşman oldular. Hem sayayım, hem söveyim, hem de temiz kalayım istediler.
…Birgün belki hayattan
Geçmişteki günlerden
Bir teselli ararsın
Bak o zaman resmime…
İsmi Engin. Engin Tilbeç. Malatya’dan İstanbul’a göç eden yoksul bir ailenin oğlu. Henüz 16 yaşında. Annesi zihinsel, babası ise fiziksel engelli. Okula devam edememiş, ailesine destek olmak için bir fabrikada çalışıyormuş. 15 Temmuz gecesi, tankın altına kalarak şehit olmuş Engin. Yüzü tanınmaz halde olduğu için, ancak Dna testiyle tespit edilebilmiş kimliği.
Bu yazıyı yazarken, bir yandan da Engin’in fotoğrafına baktım. İşyeri olmalı, bir yerin merdivenlerinde oturuyor ve hafifçe gülümsüyordu. Ve o fotoğrafa bakarken, hayatımın en büyük derslerinden birini aldım. Eğitim hayatını yarıda bırakmış 16 yaşında bir çocuk gülümseyerek ölüme giderken, böylelerinin tamamını kurşun askerler gibi kutuya kaldırmıştı çünkü. Devleti ele geçirme ve akıl hocalığı yapma ihtiraslarını buruşturup bir kenara fırlatmıştı. Allahuekber diyerek, onların tüm teorilerini geçersiz kılmış, hayalini kurdukları devrimi çalmıştı bir anda. Yazılmış yüzlerce yazı, okunmuş binlerce sayfa kitap, çıkarılmış onca sayı dergi, yaratılan küçük iktidar tepecikleri… Gövdesini kurşunlara siper eden, tankın önüne atılan bu gencecik çocuğun o tertemiz gülümsemesi, atanmış bütün rolleri nasıl da tepetaklak etmişti…
Seneler önce yazdığı “Ey Kavmim” isimli yazıda şöyle söylüyordu Ahmet Altan: “Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin, beni hiç dinlemezsin.” Halk adına mücadele ediyorum deyip, halkın önünde secdeye kapanmasını bekleyen narsist kişiliğinin ipuçları gizliydi bu yazıda aslında. Şecaat arz ederken merd-i kıptî sirkatin söyler misali.
15 Temmuz gecesi, onun seneler boyunca yapamadığı devrimi çıplak ellerle yapacaktı oysa “Ey Kavmim” diye seslendiği halk. Malatyalı Engin Tilbeç, Niğdeli Ömer Halisdemir, Gümülcineli Mustafa Cambaz, Sivaslı Halil Kantarcı, Çorumlu Abdullah Olçok yapacaktı. Ömer Laçiner, 15 Temmuz’dan üç gün sonra yazdığı soğuk değerlendirme yazısında, olanları bir “vaka” olarak değerlendiriyor, şehitlerimize rahmet dilemeksizin siyasi analizlerine devam ediyordu. Murat Belge ise “15 Temmuz’da gerçekten ne olduğunu anlamış değiliz” diye halkına, tarihine, coğrafyasına bu kadar yabancı olduğunu gösteren bir yazı kaleme alıyordu. Anlaşılmayacak hiçbirşey yoktu oysa. Hayatımızı kurtaranlar ve o büyük devrimi yapanlar, halka akıl verenler, açık toplumcular, bilmem hangi vakfın mütevelli heyeti üyeleri ya da bilmem hangi teori kitaplarının yazarları değil imam Ali Alıtkan ve işçi Ahmet Kara olmuştu. Batı fonlarıyla ayakta duran düşünce kuruluşları değil ev kadını Ayşe Aykaç sayesinde geçmiştik o eşikten. Büyük büyük sözleri ve güçlü ilişkileri olanlar değil imânı olanlar kurtarmıştı namusumuzu.
Ah bu topraklar ve bizim insanlarımız. Tüm acıları, sevinçleri, hasret, hüzünleriyle “biz.” Bizim ruhumuz. Yüce bir hayalin peşi sıra kendimizden vazgeçebilme istidatına sahip olan bizim sevdamız. Kulaklarımızı sağır etmek istercesine çıkarılan onca gürültüye rağmen bizim hikayemiz. Bizim sözümüz, bizim sazımız. Kurulan tüm alçakça planlara rağmen bu topraklara tutunmaya devam eden o büyüleyici inadımız. Bizim haysiyetimiz, bizim namusumuz. Bir türlü göremedikleri, farkına varamadıkları o muazzam iman ve rahmet.
YAZININ ORJİNALİNİ İÇİN BAKINIZ:https://fayrap.com.tr/tr/calinan-devrim-15-temmuz?s=09
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Hikmet Akademisi'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.