TÜRETİLEN BİR ALGI OLARAK ŞARKLI
ÖZET:
Bu makalenin ana teması ırkçılığın genel olarak Doğu, özel olarak Müslüman toplumlarının üzerindeki tesirini ele almaktır. Bu bağlamda makalede vurgulanmak istenen Doğu'ya yönelik olan ırkçılığın nefreti ikinci planda bırakmış olması ve bir güç aracı olarak kullanılıyor olmasıdır. Bir başka ifadeyle, sömürge yıllarında artan ırkçılık söylemlerinin tesadüfi olmadığı; ırkçı söylemler aracılığıyla Doğulu algısının Batılı lehine türetildiğini göstermeyi hedeflemiştir. Buradan hareketle spesifik olarak Müslüman toplumlarının bugünkü aldığı şeklinin anlaşılması için, ırkçılığın dönüşümü üzerinde durulmuş; Doğu'nun ikincileştirilmesi ve ötekileştirilmesi, Bilimsel Irkçılık ve Kültürel/ Yeni-Irkçılık olmak üzere iki başlıkta incelenmiştir. Makalede Batı'nın doğuya yönelik metodolojik ve yarı bilimsel söylemlerinin Doğu'nun klişeleşmesinde en güçlü etken olduğuna dikkat çekmek üzere - her ne kadar geçerliliğini yitirmiş olsa da tesirini yitirmemiş olan- bilimsel ırkçılık bölümünde Doğu'yu ikincileştirmede araçsallaştırılan antropoloji ve biyoloji ilişkisine, kültürel / Yeni-Irkçılık bölümünde ise oryantalizm çalışmaları üzerine bilhassa durulmuştur.
GİRİŞ:
Irk, ırksallaştırma ve ırksal oluşumlar Orta Doğu ve Afrika için giderek daha popüler hale gelen bir kavramsal çerçeve haline geldi (Aidi vd., 2021: 5). Bu söylemin neden bu kadar popüler hale geldiğini anlamak için ırkın tarihsel sürecini anlamlandırmak önemlidir. En yaygın tanım olarak ırk, belli bir toplum içindeki insanları, sahip oldukları fiziksel veya sosyal niteliklere göre kategorilere ayırmakta kullanılan bir kavramdır (Schaefer, 2008: 1091).
Irkçılık ise , 'ırksal' veya 'etnik' bir azınlığın çoğunluk nüfusuna sunulan tüm haklardan, fırsatlardan ve sorumluluklardan yararlanmasını kasıtlı veya kasıtsız olarak dışlayan herhangi bir uygulamadır. (Goldberg, 1993)
Irk kavramının değişmesiyle ırkçılığın yönü de dünden bugüne değişmiştir. Geçmişte ırk kavramı biyolojiyle bağdaştırılmış ve insanlar genetiklerine göre farklı ırklar olarak tasnif edilmiştir. Ancak daha sonra sağlam bilimsel çalışmalarla ırkın genetikle bir ilgisi olmadığı dolayısıyla biyolojik değil sosyal bir kavram olduğu genel kabul görmüş ve Batı’nın ırkçılığı doğal olarak yön değiştirmek durumunda kalmıştır. Bu doğrultuda bilimsel olarak ırkçılık geçerliliğini bugün yitirmiştir, ancak modern ırkçılığın daha iyi anlaşılması ve ırkın nasıl araçsallaştırıldığını göstermek açısından her iki türe de makalede yer verilmiştir.
BİLİMSEL IRKÇILIK VE DOĞULU ALGISI:
18. yüzyılda Batı’nın kolonileşmesi, köleleştirmesi ve sömürgesinin yayılması bir ahlaki bir gerekçeye ihtiyaç duymuş, o yüzyıllarda ilk 16. Yüzyılda Batı’da ortaya çıkan ırk kavramının biyolojik sınıflandırmasına gidilmiştir. Böylece Batı ırkı, en üste konumlandırılıp diğer ırklaraşağı ırk statüsüne indirgenmiş ve gerekçesi genetikle bağdaştırılarak köktenci bir çözüme gidilmiştir. Fiziksel antropolojide kafatası ölçümüne dayanarak, ırkların en başında Kafkasya; en sonunda Asya ve Afrika’nın olduğu ve ırkların Kafkasya (Alman), ardından Amerikan soyundan uzaklaştıkça ilkelleştiği varsayımı ya da insanların toplumsal ve davranışsal özelliklerini genetikleriyle bağdaştırarak açıklamaya giden “genetik determinizm” bu görüşün güçlendirmesini sağlayan bilimselleştirilmiş çalışmalardan yalnızca birkaçıdır. Yine dünya tarihinde, ilk kez deri renginin ve genetik özelliklerin medeniyeti belirleyen kriterler olarak önemi özellikle vurgulanmıştır. Robert Knox'un The Races of Man, Benjamin Kidd'in Social Evolution ya da Comte de Gobineau'nun The Inequality of Races gibi kitaplar (Hobson, 237) bu bağlamda örneklerdir.
Üstün insan inancı doğal olarak birilerinin daha az yaşamaya hakkı olduğu ya da ıslaha ihtiyaç duyduğu sonucunu beraberinde getirmiş ve ilk olarak Platon’un kullandığı “Öjeni” İngiliz bilim insanı Francis Galton tarafından yeniden yeni biçimiyle ortaya atılmıştır. “İnsanlığın geliştirilmesi” adına insan geninin iyileştirilmesini hedefleyen öjenik hareketler, teoride kalmayıp devletlerin politikalarıyla iç içe geçmiştir. Örneğin, II. Dünya Savaşı'na gelindiğinde, Amerika Birleşik Devletleri'ndeki programlar yaklaşık 60.000 kişiyi kısırlaştırmıştı (Reilly, 2015). Bir başka örnek, Öjenistlerin 1924'te kabul edilen ve Asya'dan gelen göçmenleri tamamen dışlayan ayrımcı göçmen yasasının (Johnson-Reed Yasası) çıkarılmasında çok önemli rol oynamasıdır.[1]
1800'lerden 1950’lere kadar süren Paris, Hamburg, Londra, Milan gibi birçok Avrupa ülkesi ve Amerika'da kurulan İnsanat bahçeleri de beyaz-siyah, medeni-vahşi arasındaki farkı ortaya koymayı hedefleyen temellerini antropologların attığı sözdebilimsel ırkçı yaklaşımlardan türemiştir. (Bkz. EK 1).
Kırgızlar, Mısırlılar, Sudanlılar, Kızılderililer, Hintliler, Filipinliler, bedeviler ve siyahilerbaşta olmak üzere bir çok farklı ülkeden insanlar sergilenmiştir [2]. İnsanat bahçelerindeki bu insanların daha çok çıplak, yapay göl içinde ya da kadınları emzirirken çekilmiş görüntüleri ve ya egzotik insan sergileri gibi ifadeler kullanarak “egzotik” ifadesiyle yabancı, tuhaf anlamında görünüşte normal gelen ama aslında anormalleştiren ifadeler, bu insanları ilkel ve medeni olmayanla bağdaştırmayı dolaylı olarak kolaylaştırmıştır.
Yapılan çalışmaların bir sonucu olarak beyazın doğuştan üstünlüğü iddiası ve genetikle bilimsel bir imaj oluşturarak rasyonalize etmeleri bu uygulamaların normalleşme ve yayılmasına neden olmuştur. 19. Yüzyıla gelindiğinde ise, Lamarck, Alfred Russel Wallace’ in teorisi ya da 20. Yüzyılın ikinci yarısında Richard Lewontin ve Stephen Jay Gould gibi bilim insanlarının yaptığı etik çalışmalar tüm ırkçı sözdebilimsel çalışmaları bugün geçersiz kılmıştır. Bugün, hiçbir ırkın ari olmadığı; yani genetik olarak saf Amerikalı, saf Avrupalı gibi bir şeyin mümkün olmadığı, dahası coğrafi olarak geniş ölçüde ayrılmış popülasyonlar, genlerinin yalnızca yaklaşık yüzde 6 ila 8'i bakımından birbirlerinden farklılık gösterdiği (Smedley vd. , 2023) nesnel olarak ortaya konmuştur. Toplumların eşit olduğu durumda genetik farkların doğruluk payı olabilirdi, ancak böyle bir durumda zaten üstün gelme gayesi taşınmayacağından ırksal farklılığa vurgu yapma gereği de ortadan kalkacaktır. Aksi takdirde toplumsal eşitsizliğin genetik farklılıklarla açıklanması örneklerde de görüldüğü üzere, bilimin siyasete alet edilmesinden başka bir şeye neden olmamıştır.
1800’lerde başlayıp 1930’lara kadar devam eden bilimsel olarak ırkçılık, yerini 19. Yüzyıldan bugüne değin biyolojik olanın başarısızlığının açtığı boşluğu doldurmak üzere sansürlenmiş bir ırk algısıyla kültürel olarak ırkçılığa, yani Yeni-Irkçılığa devretmiştir. Burada artık öteki inşası ırkla değil, kültürle bağdaştırılmıştır.
YENİ-IRKÇILIK VE DOĞULU ALGISI:
Yeni-ırkçılık dediğimiz şey ötekinin oluşumunun “aşağı ” ifadesi yerine “farklı” ile sağlanan, “biyolojik” ifadesinin yerine "kültürel" ifadesinin kullanıldığı Balibar'ın deyimiyle ırksız-ırkçılıktır. Bu ırkçılık türü özünde ırkçı söylem olarak dile getirilen ifadeler sosyal uyum, kültürel koruma ve milliyetçilik söylemleri ile iç içe geçmiş ve doğrudan bir ırka dönük açık, anlaşılır bir Formda değildir (Barker, 1981: 25), dolayısıyla daha karmaşıktır ve ırkçılık olduğu anlaşılması güç olduğu akıllarda tutulmalıdır. Buradan hareketle Doğu ile kültürel ırkçılığın ilişkisi incelenmeden önce değinilmesi gereken önemli bir nokta vardır:
Kişinin zihnindeki kavramların anlamı ya da kaynağı üzerine durmayışı ve bu kavramların insan tarafından üretilmiş mi yoksa kendi dışında bir hakikat olarak var mı diye incelemeden otomatikman baskın söylemi doğru kabul edişi yanlış ve değişmez sandığı algılara yol açar. Örneğin, kültürlerin üstün ya da ilkel oluşu bir hakikat değil, bir tasvirdir ve bazı kültürlerin bugün diğerinden üstün olduğu görüşü bu tasvirin hakikatmişçesine algılamasında izin veren zihnin yüklediği anlamdan başka bir şey değildir. Bu doğrultuda Batı kültürünün üstünlüğü de Batı’nın zihinleri ikna etmiş olmasından gelir, üstün olmasından değil. Bu sadece bir algıdır ve iyi kültür, üstün kültür dediğimiz şey algıyla ilişkiliyse tersi de mümkündür. Yani, üstün olarak zihne beyazın kültürü yerine siyahın kültürü yerleştirilirse siyahın kültürü üstün kabul edilir. Öyleyse can alıcı soru şudur: Batılılaşmayan herkese gerici damgası vurmaya ne kadar hakları vardır?
Bugün batılılaştıkça medenileşme algısı ve bu doğrultuda çok kültürlü bir dünyadan homojen bir dünyaya geçiş, asimile olmayanın dışlanmasını beraberinde getirmiştir. Bu dışlanmadan Doğulu da nasibini almıştır. Bu bölümde Doğulu’nun aldığı dışlanma ve ötekilik, ırksal olarak farklı olmasından değil, kültürel bağlamda farklı olmasından gelir. Yeni ırkçılığın Doğu’ya etkisi açısından bakılacak olursa Batı’da araç olarak hiç değişmemiştir, dün de güç aracıdırbugün de. Yalnızca ırkçılığın beslendiği kaynakların değişmesiyle Doğu’yu sömürme gerekçeleri değişmiştir. Dün doğu’ya müdahale edilmeliydi çünkü Doğu Doğuluydu, yani doğuştan zayıftı. Bugün ise yine Doğu’ya müdahale edilmeli, çünkü Doğu “Müslüman’dır” ifadesine yön değiştirmiştir.
Dünden bugüne doğuya yönelik söylemleriyle medyadan politikaya tüm ırkçı yaklaşımlar bu müdahaleyi gerekçelendirme açısından önemli bir rol oynamıştır. Örneğin 11 eylül olaylarının hemen ardından bir Arap komedyen Dean Obeidallah’ın şu cümlesi ırkçı politikanın ve onu destekleyen medyanın olayları kültürden/ dini olandan yola çıkarak izahının nelere yol açabileceğini özetlemek açısından iyi bir örnektir:
“Bu çok garip. 11 Eylül'den önce, tipik bir beyaz adamın hayatını yaşayan beyaz bir adamım. Bütün arkadaşlarımın isimleri vardı Monica, Chandler, Joey ve Ross... 10 Eylül'de beyaz yatarım, 11 Eylül'de kalkarım, Arap'ım.” (akt. Semati, 2010: 264)
Doğu’ ya yönelik kültürel ırkçılıkta en önemli kaynaklardan bir diğeri bugünkü adıyla doğu bilimi, bilinen adıyla Şarkiyatçılık/ oryantalizmdir. Bilimsel ırkçılığın siyasi müdahaleyi meşrulaştırmak için kullandığı ya da daha doğru bir ifadeyle türettiği antropolojik, biyolojik söylemlerin kültürel ırkçılıktaki karşılığı oryantalizm olmuştur. Bu doğrultuda oryantalizmin siyasetle bağlantılı olan boyutu üzerine durmak, sömürüyle arasındaki ilişkiyi görmeyi sağlayacaktır:
Batı’nın Doğu’daki sömürgeciliğinin yayılmasıyla Doğu’ya dair oryantalist araştırmaların kurumsallaşıp canlanması aynı tarihe tekabül etmektedir. İlk dalga Oryantalist cemiyetler kurulmasıyla başlamıştır: (Batavia 1781), Kraliyet Asya Cemiyeti, (Londra 1834), Asya Cemiyeti (Paris, 1822, Amerikan Doğu topluluğu , 1842, vs.), ikinci aşama ise , ilki 1873'te Paris'te yapılan oryantalist kongrelerin ortaya çıkışına tanık olmuştur; Birinci Dünya Savaşı'na kadar on altı kongre düzenlenmiştir (son kongre 1912'de Viyana'daydı) (Abdel-Malek, 1983: 71) . Yine o yıllarda -Batı’nın gelişiyor olmasına karşın- 1800-1900 arası, Avrupa'dan İslami Doğu'ya giden seyyahların sayısı karşısında İslami Doğu'dan Avrupa'ya giden seyyahların sayısı son derece düşüktür (Abu Lughod: 1963: 75-76)
Bir diğeri ise Curzon’un “Doğu insanının yalnız dillerine değil, törelerine, hissiyatına, geleneklerine, tarihine, dinine de aşina olmamız, Doğu ruhu diyebileceğimiz şeyi anlama maharetimiz, kazanmış olduğumuz mevkii gelecekte de koruyabilmemizi sağlayacak tek dayanaktır”( akt. Said, 1999: 226) derken Doğu bilimine verilen önemin bir İngiliz devlet adamı tarafından dile getirilmesi dikkat çekicidir. Burada Doğu’nun bilgisinin Batılı bir devlet adamı açısından ne işe yarayacağı siyasetle oryantalizm arasındaki ilişkiyi anlamak açısından önemlidir. Batı’nın üstün, Doğu’nun ise aşağılık oluşundan kaynaklı olarak Batı’nın “muhtaç” olarak tasvir edilmiş bir Doğu’ya müdahale etmesi gerektiği önermesinin pratiğe dökülebilmesi için bu amaca hizmet eden bir Doğu bilimi zorunludur. Dolayısıyla Şarkiyatçılıkta ortaya çıkan Şark, Şark'ı Batı bilgisine, Batı bilincine, sonra da Batı egemenliğine taşıyan bir güçler öbeği bütünü tarafından şekillendirilmiş bir temsil biçimleri dizgesi görevi de görebilir (Said, 1999; 215). Dolayısıyla Bir bilim dalı olarak Şarkiyatçılığın atfedildiği kadar nesnel olmadığı göz önünde bulundurulmalıdır. Örneğin İngiliz devletine hizmet etmiş Sir Hamilton Alexander Roskeen Gibb (1895-1971) (Landau, 1996: 66-67) gibi birçok Şarkiyatçı, Şark araştırmalarının yanı sıra siyasi roller de oynamıştır . Yine Oryantalist Louis Massignon (1883-1962)’un, Fransız Dışişleri Bakanlığı bünyesinde Fas’taki Fransız sömürge yönetiminde görev almış olması (Sarı, 2008; 47), ya da bir şarkiyatçı olan Snouck Hurgronje’nin Islam araştırmalarının hemen ardından, Endonezya sömürgelerindeki Müslüman halkın yönetilmesi konusunda Hollanda hükümetinin danışmanlığına getirilmesi (Said, 1999: 222) bunu doğrular niteliktedir.
Öyleyse Batı’nın çıkarlarının lehine hizmet eden oryantalizm ile Kültürel ırkçılık arasındaki ilişki üzerinde durulmaya değerdir. Oryantalist için doğulu nesnedir söylemi ırkçılık açısından da ele alınmalıdır. Çünkü bir ırkçı için ırkçılık yaptığı kimse nesneleştirilmiş bireydir, daha açık haliyle kuramsız ırkçılık yoktur(Balibar, 1996: 28) ve kendi üstünlüğünü kanıtlamak isteyen bir oryantalist bu kuramı inşaya girişirken bilgiyi kendi varsayımını geçerli kılmak için kullanacağından; yani bilgiyi gücü haline getireceğinden doğuluyu varmak istediği bilginin kalıbına sokabilmektedir. Böylece hem bilgi onun vermek istediği şekli alır hem de Doğulu. Bir şarkiyatçı olan Robertson Smith’in Arap’a biçtiği kalıp bu türden bir örnektir:
“Arap seyyah bizden çok farklıdır. Bir yerden bir yere gitme işi sıkıntıdan baska bir şey değildir onun için; çaba harcamaktan ["bizim" aldığımız gibi] zevk almaz; ["bizim" aksimize] vargücüyle açlık ile yorgunluktan sızım sızım sızlanır. Deveden indiğinizde, anında bir kilime çökmekten, tütün sarıp bir şeyler içerek dinlenmekten (istirahat) başka bir isteğiniz olabileceğini asla anlatamazsınız Şarklıya. Üstelik manzara da pek etkilemez Arabı [ama "biz" etkileniriz.]”(akt. Said, 1999: 249)
Bunun gibi Arap ya da Müslüman’a ilişkin kişisel varsayımlar, “bizler” ve “onlar” ayrımı, Müslüman’ın gericiliği, tembelliği, ilkelliği, barbarlıkla ilişkilendirilmesi her zaman var olmuştur. Oryantalist açısından sömürünün götürdüğü miras, Doğulu kadınların Batı’ya özenmeleri ve ya gezginlerin Paris’ten gelen süs eşyalarının Doğulu kadınların kullanmasına dahi değindikleri kadar söz konusu olmamıştır.
Bu bölümde üç nedenden ötürü Oryantalizme yer verilmiştir: İlk olarak Oryantalizme dair genel bir indirgemeci tanıma varmak için değil, kültürel ırkçı yönüne değinmek ve Oryantalizmin Doğu’nun hakkında kültürel, edebi, felsefi araştırmalar olarak bilinmesine karşın kamufle edilen siyasetle ilişkisini göstermektir. Birinciyle bağlantılı olan ikinci bir neden ise Oryantalizmin bir "Batı tarafından Doğu araştırmaları" olduğu gibi "bir sömürgeci tarafından Doğu tasviri " anlamını da taşıyabileceğine dikkat çekmektir. Tüm bunlardan daha önemlisi ise yine bilimsel bir kisveye bürünmüş bir ırkçılığın sömürgeyle bütünleşmesi ya da bir başka ifadeyle, ırkçılığa bilimsellik atfederek bilimin iktidar aracı olarak kullanılmasıdır: Bilim zihinde kanıtlanabilir olanla bağdaştırıldığı için Doğu’nun hakkında söylenen ve her bilim süsü verilen doğrudan mutlak hakikate ve değişmezliğe bürünür. Dolayısıyla bir metin yalnızca kişisel bir yorum içerir iken bunu yazan kimse bir bilim dalı altında (Oryantalizm) ve bir bilim insanı sıfatıyla (Oryantalist) konuştuğundan basit bir hakaret metni olmaktan çıkıp bir hakikate dönüşür ve bu hakikat Edward Said’in de deyimiyle cümle sonuna aldığı -dır , dir , maz - mez'lerle de geniş zamana yayılıp sonsuzluk kazanır. Dolayısıyla yukarıdaki Smith’e ait olan metinde, üstün “biz” ve “öteki” ayrımından ve ötekine genellemerin atfedilmesinden daha fazlası vardır.
Sonuç olarak, Oryantalizm sömürge yıllarında bilhassa kültürel ırkçılıkta önemli rol oynamış;günümüze değin etkisini korumuştur. İslam'ın ve toplumlarının hakkında karamsar bir sonuca varmalarına karşın bu alanda, Doğu’da ve Batı’da bu ırk ve din üzerine araştırmalarının bu denli ciddiyetle; kurumlarıyla, devlet müdahalesiyle cemiyetleriyle, enstitüleriyle, okullarıyla idame ettirmeleri de bunu doğrular niteliktedir. Oryantalizmi tümüyle reddetmek ne kadar makul olmayacaksa bu yönünün tarihin belli dönemlerinde zuhur bulduğunun reddedilmesi de o kadar yanlış olacaktır.
SONUÇ:
Sonuç olarak makale iki önemli hususa dikkat çekmek istemiştir: İlki, biçimsel bağlamda değişen ırkçılığın özü itibariyle aynı oluşudur: Ötekileştirme, genelleme, dışsal olana vurgu -dün ten rengiyse bugün sakal ya da türban- [3] ve rasyonalize etmek üzere sözde bilimsellik atfetme; her iki türde de hep var olmuştur. Ancak ırkçılık söylemlerinin bu denli kalıcılık kazanması ve klişeleşmesinin önemli bir diğer nedeni daha vardır: Doğulunun hakkında varılan klişelerin, genellemelerin ya da indirgemelerin aksini kanıtlamak üzere bilimsel bağlamda yetersiz kalması, kendisine yönelik ırkçı yaklaşımların varsayımlarını çürütmemesi onları daha geçerli hale getirmiştir. Bir başka deyişle, Doğulunun çağa çağın diliyle hitap etmediğinden açık kalan boşluğu doğal olarak başkalarının kendi lehlerine doldurmaya yeltenmelerine izin vermesiyle sonuçlanmıştır. Böyle bir durumun doğal bir sonucu olarakDoğulu, kendi hakkındaki bilgileri onu sömürmeye el verişli kılmaya çalışan bir kaynaktan aldığının bilincinde değilse şayet, aşağılık kompleksinden çıkmanın çözümünü, ancak batılılaşmada bulmuştur.
İkinci bir husus ise, ırkçılık ya da kendini bir diğerinden üstün görme, ötekini kendisi için var etme arzusunu beraberinde getirir, tam da bu yüzden türetilmiştir Şarklı. Yine Doğuluya yönelik ırkçılık bir nefretten ibaret olmayıp sömürgeleştirmede her zaman bir araç olarak var olmuştur. İç ve dış düşmanlarına şiddetle saldıran İsrail Devleti’nin bir "İsrail ulusu" kurmak gibi olanaksız bir bahis için hem "doğulu" Yahudilere (bunlara "siyahlar" deniyor) hem de topraklarından sürülen ve sömürgeleştirilen Filistinlilere karşı yönelen güçlü bir ırkçılık geliştirmesi ( akt. Balibar, 1992: 71-72) bunu doğrular bir örnektir. Öyleyse ırkçılık olmamış olsaydı ve Batı Doğuluları eşit görmüş olsaydı, emperyalizm hiç ortaya çıkmamış olurdu.( Hobson, 2008: 240)
Tüm bunlardan hareketle varılması gereken sonuç, nefret edilmesi gereken şeyin Batı’dan ziyade ırkçılık olduğudur. Doğulunun üstün insan olduğuna inanılan bir dünya da en az Batı’nınki kadar en masum haliyle küçük düşürücü olacaksa problem doğrudan batıyla değil, ırkçılıkladır ve nefret edilmesi gereken ya da şeytani kisveye büründürülmesi gereken indirgemeci bir yaklaşımla Batı değil, ırkçılığın kendisidir; çünkü Batı’nın külli reddi, sosyolojinin; biyolojinin, şarkiyatçılığın külli reddi kadar anlamsızdır. Çözüm vadeden şey ise nefret noktasını Batı ya değil, ırkçılığa yönlendirmek ve problemi Batılı’nın Batılı olmasında değil; ırkçı olmasında aramaktır.
NOTLAR
1 Buradaki veriler National Human Genome Researche İnstitute web sitesinin , “Eugenics and Scientific Racism” başlıklı metninden alınmıştır.
2 Verilen ülkeler Rikke Andreassen’in “Human Exhibition” kitabından derlenmiştir. Bu konu hakkında daha detaylı bilgi için kitaba bakılabilir.
3 Irkçılığın ortak yönleri “Contemporary racism and İslamaphobia in Australia” başılıklı makalenin 568-569 sayfalarından özetlenmiştir.
KAYNAKÇA:
SAİD, E. (1999) Şarkiyatçılık. İstanbul: Metis Yayınları.
BALİBAR, E. WALLERSTEİN, İ. (1993) Irk Ulus Sınıf. İstanbul: Metis Yayınları.
HOBSON, J. (2008) Batı Medeniyetinin Doğulu Kökenleri. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları
BİN NEBİ, M. (1969) İntâcul- Mustashrikîn. Beyrut: Dârul-İrşâd.
SEMATİ, M. (2010) İslamophobia, Culture and Race in the Age of Empire. Cultural Studies, 24: 2, 256 — 275 DOI: 10.1080/09502380903541696.
WADE, P. SMEDLEY, A. TAKEZAWA, Y. (2023, July 5) https://www.britannica.com/topic/race-human adresinden alınmıştır.
ABDEL- MALEK, A. (1983) Al-İstishraku fi Ezimmeh. El-İnma’ul-Arabi Lil-Ulumil-İnsaniyye dergisi , 70 — 93.
FARBER, S. A. (2008) U.S. Scientists’ Role in the Eugenics Movement (1907-1939): A Contemporary Biologist’s Perspective, 5(4): 243-245 DOİ: 10.1089/zeb.2008.0576.
DUNN, K. M. KLOCKER, N. SALABAY, T. (2011) Contemporary Racism and İslamophobia in Australia. Ethnicities, 2007, 7 (4), 564 — 589 10.1177/1468796807084017. hal-00571887.
Şeyma EROĞLU : İnönü ünv.İlahiyat Fak.Yüksek Lisans Öğrencisi
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Hikmet Akademisi'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Büşra YILMAZ
Ellerinize sağlık çok öğretici bir makale olmuş. Allah ilminizi arttırsın. Allah bilinçli Müslümanlar olabilmeyi bize nasip etsin inşAllah. Selam ve dua ile Allah'a emanet olun:)