BYUNG-CHUL HAN *
Covid-19 ile ilgili esrarengiz olan sey ise hastaliga yakalananlarin asiri yorgunluk ve halsizlik çekmesi. Hastalik kalici yorgunluga birebir benziyor gibi görünüyor. Hastaligi atlatan ancak uzun vadede siddetli belirtiler yasamaya devam eden hasta sayisi giderek artiyor. Bu belirtilerden biri de “kronik yorgunluk sendromu”. “Piller artik sarj olmuyor” ifadesi bu sendromu oldukça iyi tarif ediyor.
Covid-19, bir nevi, toplumumuzda yasanan krizleri bize geri yansitan bir ayna gibi. Salgindan önce zaten var olan patolojik belirtileri daha görünür hâle getirdi. Bu belirtilerden biri de yorgunluk. Hepimiz her nedense kendimizi çok yorgun hissediyoruz. Bu yorgunluk normal bir yorgunluk degil; kendi gölgelerimiz gibi her yerde ve her zaman bize eslik eden kalici bir yorgunluk. Salgin sürecinde kendimizi her zamankinden daha yorgun hissettik. Karantina ortaminda üzerimize yüklenen tembellik bizi daha da yordu. Bununla birlikte bazi insanlar bos zamanin güzelligini yeniden kesfedebilecegimizi, hayatin yavaslayip sakinlesebilecegini ileri sürüyor. Ancak aslina bakilirsa, salgin sirasinda zamani bos zaman ve sakinlesme degil, aksine yorgunluk ve depresyon yönetiyor.
YORGUNLUK VE BITKINLIK
Peki, niçin bu kadar yorgun hissediyoruz? Günümüzde yorgunluk küresel bir olgu gibi görünüyor. On yil önce yayimladigim Yorgunluk Toplumu adli kitapta; yorgunlugu neoliberal basari toplumunu etkileyen bir hastalik olarak tanimlamistim. Bu küresel salgin sürecinde yasanan yorgunluk beni bu konu üzerinde tekrar düsünmeye zorladi. Çalismak, ne kadar zor olursa olsun, kalici bir yorgunluk getirmez. Is bittikten sonra bitkin düsebiliriz ama bu yorgunluk kalici yorgunlukla ayni sey degildir. Is bir noktada biter. Kendimizi tabi kildigimiz basarma dürtüsü bu noktanin ötesine geçer. Bu dürtü; bos zamanlarimizda bize eslik eder, uykumuzda bile bize eziyet eder, çogu zaman uykusuz gecelere yol açar ve bundan kurtulmak da pek mümkün degildir. Iste bizi asil yoran bilhassa bu iç baskidir. Dolayisiyla yorgunluk ve bitkinlik arasinda bir fark vardir. Dogru türde bir bitkinlik bizi yorgunluktan bile kurtarabilir.
Depresyon veya tükenmislik gibi psikolojik bozukluklar, derin bir özgürlük krizinin belirtileridir. Bunlar, günümüzde özgürlügün siklikla mecburiyete dönüstügünü gösteren patolojik bir sinyaldir. Hepimiz özgür oldugumuzu düsünürüz. Ama aslinda çökme noktasina gelinceye kadar kendimizi tutkuyla sömürürüz. Kendimizi gerçeklestirip ölesiye daha iyi ve standartlara uygun bir hâle getirmeye çalisiriz. Basarinin bu sinsi mantigi, bizi sürekli olarak kendimizden öteye geçmeye zorlar. Bir seyi basardiktan sonra daha fazlasini elde etmek isteriz, yani yine kendimizin önüne geçmeyi arzulariz. Ancak, kuskusuzdur ki, kendinin ötesine geçmek mümkün degildir. Bu saçma mantik en nihayetinde bir çöküse yol açar. Basari öznesi özgür olduguna inanir ama aslinda bir köleden baskasi degildir. Bir efendisi olmasa bile kendini gönüllü olarak sömürdügü sürece mutlak bir köledir.
Neoliberal basari toplumu, tahakküm olmadan da sömürüyü mümkün kilar. Michel Foucault’nun Hapishanenin Dogusu adli eserinde çözümledigi sekliyle, emir ve yasaklariyla disiplin toplumu, günümüzün basari toplumunu tanimlamiyor. Basari toplumu özgürlügün kendisini sömürür. Kendi kendini sömürmek, baskalari tarafindan sömürülmekten daha etkilidir çünkü ‘kendini sömürü’ özgürlük duygusu ile çok yakin iliski içerisindedir. Kafka, kendini efendi sanan kölenin özgürlük paradoksunu büyük bir açiklikla dile getirmisti. Bir aforizmasinda söyle yaziyordu: “Hayvan efendisinin elinden kirbaci alir ve efendi olmak için kendini kirbaçlar; ne var ki bu, efendisinin kirbacina atilmis yeni dügümün yol açtigi bir hayalden baska sey degildir.” Bu kalici cezalandirma bizleri yorgun düsürür ve en sonunda depresyona sokar. Neoliberalizm, bir bakima, öznenin tam da bu sekilde kendini cezalandirmasina dayanir.
Hastaliga yakalanmis ve bu durumdan muzdarip olanlar artik çalisirken eskisi gibi perFormans gösteremiyorlar. Bir bardak su doldurmak için bile ciddi çaba sarf etmeleri, yürürken nefes nefese kalmamak için sürekli durup dinlenmeleri gerekiyor. Kendilerini yasayan ölüler gibi hissediyorlar. Bir hasta bu durumu söyle anlatiyor: “Cep telefonunuzun sadece yüzde 4 sarji varmis ve sarj edilemedigi için de bütün gününüzü bu yüzde 4 sarjla geçirmek zorundaymissiniz gibi hissettiriyor.”
BENCILLIK, ATOMIZASYON VE NARSISIZMIN YÜKSELISI
Ancak burada önemli bir nokta var ki, virüs sadece Covid hastalarini degil, artik saglikli insanlari bile yorgun birakiyor. Slavoj Zizek Pandemic! Covid-19 Shakes the World (Pandemi! Covid-19 Dünyayi Salliyor) adli kitabinda bir bölümü bütünüyle “Neden sürekli yorgunuz?” sorusuna ayiriyor. Keza, Zizek, salginin bizi yordugunun açikça farkinda. Bu bölümde Zizek, Yorgunluk Toplumu kitabimda ele aldigim fikirlerimle ayrisarak baskalari tarafindan sömürülmenin yerini kendini sömürünün almadigini, sömürülmenin yalnizca Üçüncü Dünya ülkelerine yerlestirildigini öne sürüyor. Sömürünün Üçüncü Dünya ülkelerine tasindigi konusunda Zizek’le ayni fikirdeyim. Zaten Yorgunluk Toplumu kitabim Çinli fabrika isçisinin durumuyla degil, esas olarak Batili neoliberal toplumlarla ilgilidir. Ancak sosyal medya araciligiyla neoliberal yasam biçimi Üçüncü Dünya’ya da yayiliyor. Toplumda bencillik, atomizasyon ve narsisizmin yükselisi küresel bir olgudur. Sosyal medya hepimizi aslinda özünde bir isletme gibi çalisan birer üreticiye ve girisimciye dönüstürüyor. Toplumu ve topluma ait olan her seyi tüketen ego kültürünü küresellestiriyor. Sosyal medyada kendimizi üretiyoruz ve sürekli kendimizi teshir ediyoruz. Bu öz-üretim, egonun bu süregelen “teshiri” bizi yoruyor ve bunalima sokuyor. Iste Zizek kitabinda günümüz toplumunun karakteristik özelligi hâline gelen ve küresel salginla beraber iyice alevlenen bu kronik yorgunluga ise deginmiyor. Zizek, pandemi kitabinin bir pasajinda ‘kendini sömürü’ tezine isinmis gibi gözükerek söyle yaziyor: “Hatta onlar [evden çalisan insanlar] ‘kendilerini sömürmek’ için daha fazla zaman elde edebilirler.” Küresel salgin sirasinda neoliberal çalisma kampi yeni bir isim aldi: evden çalisma. Evden çalismak, ofiste çalismaktan çok daha yorucu. Ancak bu, ‘kendini sömürü’nün artmasi ile açiklanamaz. Evden çalismayi yorucu kilan asil sey ise yalnizlik, pijamayla ekran basinda bitmek tükenmek bilmeyen oturma. Hâl böyleyken kendimizle yüzlesiriz, sürekli olarak kendimiz hakkinda derin tefekkürlere dalmaya ve kafa yormaya mecbur kaliriz. Kalici yorgunluk, nihayetinde bir tür ego yorgunlugudur. Evden çalismak, bizi kendi içimizde daha da derinlere savurarak bu yorgunlugu siddetlendirir. Bu tabloda bizi egomuzdan uzaklastirabilecek diger insanlar eksiktir. Yorgunlugumuzun sebebi; sosyal iletisim, sarilmalar ve fiziksel temasin eksikligidir. Karantina sartlarinda Sartre’in Çikis Yok’ta (No Exit) yazdigi gibi belki de diger insanlarin “cehennem” degil, aksine sifa oldugunu anlamaya basliyoruz. Ötekinin Kovulusu’nda (The Expulsion of the Other) anlattigim gibi; virüs, ötekinin ortadan kaybolmasini da hizlandiriyor.
Evden çalismanin yol açtigi yorgunlugun bir baska nedeni de ritüellerimizin yok olmasi. Esneklik adina, yasami dengeleyen ve canlandiran sabit zamansal yapilari ve mimarileri kaybediyoruz. Özellikle ritmin olmamasi depresyonu yogunlastiriyor. Ritüel, iletisim olmadan bir topluluk yaratirken günümüzde hüküm süren durum ise topluluk olmadan iletisimin olmasi. Futbol maçlari, konserler, restorana, tiyatroya ya da sinemaya gitmek gibi hâlâ sahip oldugumuz ritüeller bile iptal edildi. Insanlarla selamlasma ritüellerinin yoklugunda, kendimize dogru geri çekiliyoruz. Birini candan selamlayabilmek, kisinin üzerindeki yükü hafifletmeye yetiyor. Sosyal mesafe, sosyal hayati yerle bir ediyor ve bizi yoruyor. Öteki insanlar, aramiza fiziksel mesafe koymamiz gereken potansiyel virüs tasiyicilarina indirgeniyor. Virüs mevcut krizlerimizi büyütüyor. Zaten hâlihazirda krizde olan toplumu yok ediyor. Bizi birbirimize yabancilastiriyor. Sosyal alani azaltan ve herkesi birbirine uzaklastiran sosyal medya çaginda bizi oldugumuzdan daha da yalnizlastiriyor.
Karantina sirasinda ilk terk edilen sey kültür oldu. Peki kültür nedir? Kültür toplumu dogurur! Onsuz, biz sadece hayatta kalmak isteyen hayvanlara benzeriz. Bu krizden bir an önce kurtulmasi gereken ekonomi degil, her seyden önce kültür, yani toplumsal yasamdir. Bitmek bilmeyen Zoom toplantilari da bizi yorgun düsürüyor. Zoom zombilerine dönüsüyoruz. Durmadan aynaya bakmaya mecbur ediliyor ve sürekli kendi yüzümüzle karsi karsiya kaliyoruz. Ekranda kendi yüzümüze bakmak bikkinlik veriyor. Ironik bir biçimde, virüs tam da toplumumuzun narsisizminin sonucu olarak açiklayabilecegimiz ‘özçekim’ modasi zamaninda ortaya çikti. Virüs bu narsisizmi derinlestiriyor. Küresel salgin sirasinda hepimiz sik sik kendi yüzlerimizle karsilasiyor; ekranlarimizin önünde bir çesit sonu gelmeyen bir özçekim üretiyoruz. Bu da bizi yoruyor.
DIJITAL AYNANIN TETIKLEDIKLERI
Zoom narsisizmi kendine özgü yan etkiler de üretiyor. Estetik cerrahide bir patlamaya yol açtigini söyleyebiliriz. Ekrandaki bozuk veya bulanik görüntüler insanlarin görünüslerinden dolayi umutsuzluga düsmesine sebep olurken, bir yandan da ekran çözünürlügü iyiyse kirisikliklar, kellik, karaciger lekeleri, göz alti torbalari veya diger sevimsiz cilt kusurlarini aninda tespit ediyoruz. Covid-19 salgininin baslangicindan bu yana Google’da estetik cerrahi aramalari hizla artis gösterdi. Karantina sirasinda, estetik cerrahlar, yorgun görünümlerini iyilestirmek isteyen müsterilerden gelen sorularla dolup tasti. Hatta artik “Zoom dismorfisi”nden söz ediliyor. Bu dismorfiyi (kisinin fiziksel görünümündeki kusurlarla ilgili abartili bir endise ve saplanti hâli) dijital ayna tetikliyor. Virüs, salgin öncesinde bizi zaten pençesine almis olan optimizasyon çilginliginin sinirlarini zorluyor. Virüs toplumumuza bir ayna tutuyor. Ve ‘Zoom dismorfisi’ durumunda, ayna gerçektir! Kendi görünüsümüzle ilgili saf umutsuzluk içimizde yükselir. Zoom dismorfisi; yani egolarimizla ilgili olan bu patolojik endise de bizi yorgun düsürüyor.
Küresel salgin, dijitallesmenin olumsuz yan etkilerini de ortaya çikardi. Dijital iletisim oldukça tek tarafli, daraltilmis bir iliski: Bakis yok, beden yok. Digerinin fiziksel varligindan yoksun. Salgin süreci, esasen insanlik disi olan bu iletisim biçiminin norm hâline gelmesini sagliyor. Dijital iletisim bizi çok ama çok yoruyor. Bir yankilanma içermeyen mutluluktan yoksun bir iletisim. Bir Zoom toplantisinda teknik olarak birbirimizin gözlerinin içine bakamiyoruz. Tek yaptigimiz ekrana bakmak. Ötekinin bakislarinin yoklugu bizi yorgun birakiyor. Bu salgin, umarim baska bir kisinin fiziksel varliginin mutluluk getiren bir sey oldugunu, dilin fiziksel deneyim gerektirdigini, bir diyalogun bedenler olmadan basarili olamayacagini ve en nihayetinde bizim fiziksel yaratiklar oldugumuzu anlamamizi saglayacaktir. Fiziksel deneyim anlamina da gelen ve salgin sirasinda mahrum kaldigimiz ritüeller; topluluk olusturan ve dolayisiyla mutluluk getiren fiziksel iletisim biçimlerini temsil ederler. En çok da bizi egolarimizdan uzaklastirirlar. Mevcut durumda, bu ritüeller aslinda kalici yorgunlugun panzehiri olacaktir. Fiziksel boyut bu sekilde toplulugun özünde de vardir. Dijitallesme, bedensizlestirici bir etkiye sahip oldugu sürece topluluk ahengini zayiflatir. Virüs bizi bedene yabancilastirir.
Saglik çilginligi Covid-19 salginindan önce zaten yaygindi. Simdiyse, sanki sürekli bir savas durumundaymisiz gibi, esas olarak hayatta kalmakla ilgileniyoruz. Hayatta kalma savasi oldugu sürece, iyi bir yasamin nasil olacagi sorusu ortaya çikmiyor. Yasamin tüm güçlerini ne pahasina olursa olsun yalnizca yasami uzatmak için çagiriyoruz. Bu amansiz hayatta kalma mücadelesi küresel salgin ile yaygin bir yükselise geçiyor. Virüs dünyayi, tüm yasamin donarak sadece hayatta kalmaya indirgendigi bir karantina kogusuna dönüstürüyor.
IYI YASAM DUYGUSUNUN KAYBOLUSU
Günümüzde saglik, insanligin en yüksek hedefi hâline geldi. Hayatta kalma toplumu ‘iyi yasam’ duygusunu kaybediyor. Zevk bile kendi basina bir amaç hâline gelen sagligin sunaginda feda ediliyor. Nietzsche bu durumu çok daha önceden ‘yeni tanriça’ olarak adlandirmisti. Sigara içme yasagi da aslinda hayatta kalma çilginligini ifade ediyor. Zevk, hayatta kalma mücadelesinde yoldan çekilmek zorunda. Yasamin uzamasi en yüksek deger hâline geliyor. Hayatta kalma ugruna, hayati yasamaya deger kilan her seyi seve seve feda ediyoruz.
Fakat akil, bir salginda bile yasamin tüm yönlerini feda etmememiz gerektigini söyler. Yasamin, sadece bir hayatta kalma mücadelesine ve süssüz, bos bir hayata indirgenmemesini saglamak siyasetin görevidir. Ben bir Katolik’im. Özellikle böylesine tuhaf zamanlarda kiliselerde vakit geçirmeyi seviyorum. Geçen yil Noel’de, salgina ragmen gerçeklesen bir gece yarisi ayinine katildim. Beni mutlu etti. Ne yazik ki, çok sevdigim tütsü yoktu. Kendi kendime sordum: Salgin döneminde tütsü konusunda da kati bir yasak var mi? Neden? Kiliseden çikarken, aliskanlik geregi, kutsal su kabinin içine elimi uzattim ve ürktüm: Kap bostu. Yanina bir sise dezenfektan yerlestirilmisti. ‘Korona Sikintisi’ [corona blues] Covid-19 salgini sirasinda yayilan depresyona Korelilerin verdigi isim. Sosyal etkilesimden uzak karantina kosullarinda depresyon derinlesiyor. Asil salgin depresyondur. Yorgunluk Toplumu kitabim su teshisten yola çikmisti: “Her çagin kendine özgü hastaliklari vardir. Nitekim bir zamanlar bir bakteri çagi vardi; antibiyotiklerin bulunmasiyla sona erdi. Yaygin bir grip salgini korkusuna ragmen viral bir çagda yasamiyoruz. Immünolojik teknoloji sayesinde onu çoktan geride biraktik. Patolojik bir bakis açisindan baktigimizda, yeni baslayan 21. yüzyil bakteriler veya virüsler tarafindan degil, nöronlar tarafindan sekillenecek. Depresyon, dikkat eksikligi ve hiperaktivite bozuklugu (DEHB), borderline kisilik bozuklugu (BPD) ve tükenmislik sendromu gibi nörolojik hastaliklar, yirmi birinci yüzyilin basinda patolojinin manzarasini isaret ediyor.”
Yakinda virüsü yenmek için yeterli asimiz olacak. Ancak depresyon salginina karsi asi bulunamayacak. Aslina bakilirsa depresyon da tükenmislik toplumunun bir belirtisidir. Basari öznesi, artik “yapamayacak” oldugu anda tükenmislige sürüklenir. Kendi kendine dayattigi basarma beklentisini karsilayamaz hâle gelir. Artik “yapamamak”, yikici bir özelestiriye ve otomatik saldirganliga yol açar. Basari öznesi kendisine karsi bir savas açar ve onun içinde yok olur. Kendine karsi kazanilan bu savastaki zafere tükenmislik denir.
Güney Kore’de her yil birkaç bin kisi intihar ediyor. Bunun baslica nedeni ise depresyon. 2018’de okul çagindaki yaklasik 700 çocuk intihara tesebbüs etti. Medya bile bunun “sessiz bir katliam” oldugunu ifade ediyor. Öte yandan, simdiye kadar Güney Kore’de Covid-19’dan sadece 1.700 kisi öldü. Çok yüksek intihar orani basitçe basari toplumunun ikinci derecede hasari olarak kabul edilir. Bu orani düsürmek için simdiye kadar önemli bir tedbir alinmadi. Salgin intihar sorununun iyice derinlesmesine sebep oldu. Güney Kore’deki intihar orani salgin patlak verdiginden beri hizla artti. Virüs görünüse göre depresyonu da siddetlendiriyor. Ancak dünya genelinde bu küresel salginin psikolojik sonuçlarina yeterince dikkat edilmiyor. Insanlar biyolojik varolusa indirgendi. Herkes, durumu yorumlamaya gelince mutlak otoriteyi üstlenen virologlari dinliyor. Salginin neden oldugu asil kriz ise, süssüz ve bombos bir hayatin mutlak bir deger hâline getirilmesi.
Covid-19 virüsü, patolojik sosyal fay hatlarini derinlestirerek tükenmis toplumumuzu yipratiyor. Bizi toplu bir yorgunluga sürüklüyor. Bu nedenle koronavirüs, yorgunluk virüsü olarak da adlandirilabilir. Ancak virüs ayni zamanda Yunancada ‘krisis’ anlamina gelen bir kriz, yani bir dönüm noktasi. Çünkü ayni zamanda kaderimizi tersine çevirmemize ve sikintilarimizdan uzaklasmamiza da izin verebilir. Ve bizlere acilen söyle hitap ediyor: Hayatinizi degistirmelisiniz! Ancak bunu toplumumuzu kökten gözden geçirirsek ve yorgunluk virüsüne bagisikli yeni bir yasam biçimi bulmayi basarirsak yapabiliriz.
Kaynak: umran Dergisi.Sayi 321-sh 46/49 | Temmuz-Agustos 2021 |
https://www.thenation.com/article/society/pandemic-burnout-society/
Çeviren: Raziye Ertok
* Byung-Chul Han: Byung-Chul Han Almanya'daki Universitât der Künste Berlin'de felsefe ve kültürel çalismalar profesörüdür. Kore Seul dogumlu yazar, felsefe doktorasini Freiburg'da Heidegger üzerine yapmistir. Felsefenin araçlarini simdiyi düsünmek ve bugünün elestirisini yapmak için kullanan yazar, neoliberal dönemde siddet, saydamlik, yorgunluk, pop kültür, teknolojik araçlar, gen bankalari, ironi, taklit ürünler vb, kavramlari, olaylari, nesneleri tartismaya açan ondan fazla kitap kaleme almistir,Bazilari birçok dile çevril mis on alti kitabi bulunan yazarin eserleri arasinda sunlar sayi labilir: Tod und Alteritat (2002; Ölüm ve Baskalik), Was ist Macht? (2005; Güç Nedir?), Yorgunluk Toplumu (2010; Açi lim, 2015), Siddetin Topoloiisi (2012; Metis, 2017), Seffaflik T oplumu (2011; Metis, 2017), Zamanin Kokusu (2009; Me tis, 2018) ve Eros'un istirabi (2012; Metis, 2019).
Bu yazi Umran Dergisi sayi 323 / Temmuz-Agustos 2021’den alintidir.
(Bu yazida yer alan fikirler yazara aittir. Hikmet Akademisi’nin bakis açisini yansitmayabilir.)
M. Kamuran TÜRKER