Yorgunluk Virüsü?

Covid-19 ile ilgili esrarengiz olan sey ise hastaliga yakalananlarin asiri yorgunluk ve halsizlik çekmesi...
Yorgunluk Virüsü?
Byung- CHUL HAN
Byung- CHUL HAN
Eklenme Tarihi : 26.07.2021
Okunma Sayısı : 2617

BYUNG-CHUL HAN *

Covid-19  ile  ilgili  esrarengiz  olan  sey  ise  hastaliga  yakalananlarin  asiri  yorgunluk  ve  halsizlik çekmesi.  Hastalik  kalici  yorgunluga  birebir  benziyor  gibi  görünüyor.  Hastaligi  atlatan ancak  uzun  vadede  siddetli  belirtiler  yasamaya  devam  eden  hasta  sayisi  giderek  artiyor. Bu  belirtilerden  biri  de  “kronik  yorgunluk  sendromu”.  “Piller  artik  sarj  olmuyor”  ifadesi  bu sendromu  oldukça  iyi  tarif  ediyor.

Covid-19,  bir  nevi,  toplumumuzda  yasanan krizleri  bize  geri  yansitan  bir  ayna  gibi.  Salgindan  önce  zaten  var  olan  patolojik  belirtileri daha  görünür  hâle  getirdi.  Bu  belirtilerden  biri  de yorgunluk.  Hepimiz  her  nedense  kendimizi  çok yorgun  hissediyoruz.  Bu  yorgunluk  normal  bir yorgunluk  degil;  kendi  gölgelerimiz  gibi  her  yerde ve  her  zaman  bize  eslik  eden  kalici  bir  yorgunluk. Salgin  sürecinde  kendimizi  her  zamankinden  daha yorgun  hissettik.  Karantina  ortaminda üzerimize  yüklenen  tembellik  bizi daha  da  yordu.  Bununla  birlikte  bazi insanlar  bos  zamanin  güzelligini yeniden  kesfedebilecegimizi, hayatin  yavaslayip  sakinlesebilecegini  ileri  sürüyor. Ancak  aslina  bakilirsa,  salgin sirasinda  zamani  bos  zaman  ve sakinlesme  degil,  aksine  yorgunluk  ve  depresyon  yönetiyor.

YORGUNLUK VE BITKINLIK

Peki,  niçin  bu  kadar  yorgun hissediyoruz?  Günümüzde  yorgunluk  küresel  bir  olgu  gibi  görünüyor.  On  yil  önce  yayimladigim Yorgunluk  Toplumu  adli  kitapta; yorgunlugu  neoliberal  basari  toplumunu  etkileyen  bir  hastalik  olarak tanimlamistim.  Bu  küresel  salgin sürecinde  yasanan  yorgunluk  beni bu  konu  üzerinde  tekrar  düsünmeye  zorladi.  Çalismak,  ne  kadar  zor olursa  olsun,  kalici  bir  yorgunluk getirmez.  Is  bittikten  sonra  bitkin düsebiliriz  ama  bu  yorgunluk  kalici  yorgunlukla ayni  sey  degildir.  Is  bir  noktada  biter.  Kendimizi tabi  kildigimiz  basarma  dürtüsü  bu  noktanin  ötesine  geçer.  Bu dürtü;  bos  zamanlarimizda  bize  eslik eder,  uykumuzda  bile  bize  eziyet  eder,  çogu  zaman uykusuz gecelere  yol  açar  ve  bundan  kurtulmak  da pek  mümkün  degildir.  Iste  bizi  asil  yoran  bilhassa bu  iç  baskidir.  Dolayisiyla  yorgunluk  ve  bitkinlik arasinda  bir  fark  vardir.  Dogru  türde  bir  bitkinlik bizi  yorgunluktan bile  kurtarabilir.

Depresyon  veya  tükenmislik  gibi  psikolojik  bozukluklar,  derin  bir  özgürlük krizinin  belirtileridir.  Bunlar, günümüzde  özgürlügün  siklikla  mecburiyete  dönüstügünü  gösteren  patolojik  bir sinyaldir.  Hepimiz  özgür  oldugumuzu  düsünürüz.  Ama aslinda  çökme  noktasina  gelinceye kadar  kendimizi  tutkuyla  sömürürüz.  Kendimizi  gerçeklestirip  ölesiye  daha  iyi  ve standartlara  uygun  bir  hâle  getirmeye  çalisiriz.  Basarinin  bu  sinsi  mantigi,  bizi  sürekli olarak  kendimizden  öteye  geçmeye  zorlar. Bir  seyi  basardiktan  sonra  daha  fazlasini elde  etmek  isteriz,  yani  yine  kendimizin önüne  geçmeyi  arzulariz.  Ancak,  kuskusuzdur  ki,  kendinin  ötesine  geçmek mümkün degildir.  Bu saçma mantik  en nihayetinde  bir  çöküse  yol  açar.  Basari öznesi  özgür  olduguna  inanir  ama  aslinda  bir  köleden  baskasi  degildir.  Bir efendisi  olmasa  bile  kendini  gönüllü olarak  sömürdügü  sürece  mutlak  bir köledir.

Neoliberal  basari  toplumu,  tahakküm  olmadan  da  sömürüyü  mümkün  kilar.  Michel  Foucault’nun  Hapishanenin  Dogusu adli  eserinde  çözümledigi  sekliyle,  emir  ve  yasaklariyla  disiplin  toplumu,  günümüzün  basari  toplumunu  tanimlamiyor.  Basari  toplumu  özgürlügün kendisini  sömürür.  Kendi  kendini  sömürmek, baskalari  tarafindan  sömürülmekten  daha  etkilidir  çünkü  ‘kendini  sömürü’  özgürlük  duygusu  ile çok  yakin  iliski  içerisindedir.  Kafka,  kendini  efendi  sanan  kölenin  özgürlük  paradoksunu  büyük  bir açiklikla  dile  getirmisti.  Bir  aforizmasinda  söyle yaziyordu:  “Hayvan  efendisinin  elinden  kirbaci  alir ve efendi olmak için  kendini kirbaçlar;  ne  var  ki  bu, efendisinin  kirbacina  atilmis  yeni  dügümün  yol  açtigi  bir  hayalden  baska  sey  degildir.”  Bu  kalici  cezalandirma  bizleri  yorgun  düsürür  ve  en  sonunda depresyona  sokar.  Neoliberalizm,  bir  bakima,  öznenin  tam  da  bu  sekilde  kendini cezalandirmasina dayanir.

Hastaliga  yakalanmis  ve  bu durumdan  muzdarip  olanlar artik  çalisirken  eskisi  gibi perFormans  gösteremiyorlar. Bir  bardak  su  doldurmak  için bile  ciddi  çaba  sarf  etmeleri, yürürken  nefes  nefese  kalmamak  için  sürekli  durup dinlenmeleri  gerekiyor.  Kendilerini  yasayan  ölüler  gibi hissediyorlar.  Bir  hasta  bu durumu  söyle  anlatiyor:  “Cep  telefonunuzun  sadece  yüzde  4  sarji  varmis  ve  sarj  edilemedigi  için  de bütün  gününüzü bu yüzde 4 sarjla geçirmek zorundaymissiniz  gibi  hissettiriyor.”

BENCILLIK,  ATOMIZASYON  VE NARSISIZMIN  YÜKSELISI

Ancak  burada  önemli  bir  nokta  var  ki,  virüs sadece  Covid  hastalarini  degil,  artik  saglikli  insanlari  bile  yorgun  birakiyor.  Slavoj  Zizek  Pandemic! Covid-19  Shakes  the  World  (Pandemi!  Covid-19 Dünyayi  Salliyor)  adli  kitabinda  bir  bölümü  bütünüyle  “Neden  sürekli  yorgunuz?”  sorusuna  ayiriyor.  Keza,  Zizek,  salginin  bizi  yordugunun  açikça farkinda.  Bu  bölümde  Zizek,  Yorgunluk  Toplumu kitabimda  ele  aldigim  fikirlerimle  ayrisarak  baskalari  tarafindan  sömürülmenin  yerini  kendini sömürünün  almadigini,  sömürülmenin  yalnizca Üçüncü  Dünya  ülkelerine  yerlestirildigini  öne  sürüyor.  Sömürünün  Üçüncü  Dünya  ülkelerine  tasindigi  konusunda  Zizek’le  ayni  fikirdeyim.  Zaten Yorgunluk  Toplumu  kitabim  Çinli  fabrika  isçisinin durumuyla  degil,  esas  olarak  Batili  neoliberal  toplumlarla  ilgilidir.  Ancak  sosyal  medya  araciligiyla neoliberal  yasam  biçimi  Üçüncü  Dünya’ya  da  yayiliyor.  Toplumda  bencillik,  atomizasyon  ve  narsisizmin  yükselisi  küresel  bir  olgudur.  Sosyal  medya  hepimizi  aslinda  özünde  bir  isletme  gibi  çalisan  birer üreticiye  ve  girisimciye  dönüstürüyor.  Toplumu  ve topluma  ait  olan  her  seyi  tüketen  ego  kültürünü küresellestiriyor.  Sosyal medyada  kendimizi  üretiyoruz  ve sürekli  kendimizi  teshir  ediyoruz.  Bu  öz-üretim,  egonun  bu süregelen  “teshiri”  bizi  yoruyor ve  bunalima  sokuyor.  Iste  Zizek  kitabinda  günümüz  toplumunun  karakteristik  özelligi hâline  gelen  ve  küresel  salginla beraber  iyice  alevlenen  bu  kronik  yorgunluga  ise  deginmiyor.     Zizek,  pandemi  kitabinin bir  pasajinda      ‘kendini  sömürü’ tezine  isinmis  gibi  gözükerek söyle  yaziyor:  “Hatta  onlar  [evden  çalisan  insanlar]  ‘kendilerini  sömürmek’  için  daha  fazla zaman  elde  edebilirler.”  Küresel  salgin  sirasinda  neoliberal çalisma  kampi  yeni  bir  isim aldi:  evden  çalisma.  Evden  çalismak,  ofiste  çalismaktan  çok daha  yorucu.  Ancak  bu,  ‘kendini  sömürü’nün  artmasi  ile açiklanamaz.  Evden  çalismayi yorucu  kilan  asil  sey  ise  yalnizlik,  pijamayla  ekran  basinda bitmek  tükenmek  bilmeyen  oturma.  Hâl  böyleyken kendimizle  yüzlesiriz,  sürekli  olarak  kendimiz  hakkinda  derin  tefekkürlere  dalmaya  ve  kafa  yormaya mecbur  kaliriz.  Kalici  yorgunluk,  nihayetinde  bir tür  ego  yorgunlugudur.  Evden  çalismak,  bizi  kendi içimizde  daha  da  derinlere  savurarak  bu  yorgunlugu  siddetlendirir.  Bu  tabloda  bizi  egomuzdan uzaklastirabilecek  diger  insanlar  eksiktir.  Yorgunlugumuzun  sebebi;  sosyal  iletisim,  sarilmalar  ve fiziksel  temasin  eksikligidir.  Karantina  sartlarinda Sartre’in  Çikis  Yok’ta  (No  Exit)  yazdigi  gibi  belki  de diger  insanlarin  “cehennem”  degil,  aksine  sifa  oldugunu  anlamaya  basliyoruz.  Ötekinin  Kovulusu’nda (The Expulsion  of  the  Other)  anlattigim  gibi;  virüs, ötekinin ortadan kaybolmasini  da hizlandiriyor.

Evden  çalismanin  yol  açtigi  yorgunlugun  bir baska  nedeni  de  ritüellerimizin  yok  olmasi.  Esneklik  adina,  yasami  dengeleyen  ve  canlandiran  sabit zamansal  yapilari  ve  mimarileri  kaybediyoruz. Özellikle  ritmin  olmamasi  depresyonu  yogunlastiriyor.  Ritüel,  iletisim  olmadan  bir  topluluk  yaratirken  günümüzde  hüküm  süren  durum  ise  topluluk olmadan  iletisimin  olmasi.  Futbol  maçlari,  konserler,  restorana,  tiyatroya  ya  da  sinemaya  gitmek  gibi hâlâ  sahip  oldugumuz  ritüeller  bile  iptal  edildi. Insanlarla  selamlasma  ritüellerinin  yoklugunda, kendimize  dogru  geri  çekiliyoruz.  Birini  candan selamlayabilmek,  kisinin  üzerindeki  yükü  hafifletmeye  yetiyor.  Sosyal  mesafe,  sosyal  hayati  yerle bir  ediyor  ve  bizi  yoruyor.  Öteki  insanlar,  aramiza fiziksel  mesafe  koymamiz  gereken potansiyel  virüs tasiyicilarina  indirgeniyor.  Virüs  mevcut  krizlerimizi  büyütüyor.  Zaten  hâlihazirda  krizde  olan  toplumu yok ediyor.  Bizi  birbirimize  yabancilastiriyor. Sosyal  alani  azaltan  ve  herkesi  birbirine  uzaklastiran  sosyal  medya  çaginda  bizi  oldugumuzdan  daha da yalnizlastiriyor.

Karantina  sirasinda  ilk  terk  edilen  sey  kültür oldu.  Peki  kültür  nedir?  Kültür  toplumu  dogurur! Onsuz, biz sadece hayatta kalmak isteyen  hayvanlara  benzeriz.  Bu  krizden  bir  an  önce  kurtulmasi  gereken  ekonomi  degil,  her  seyden  önce  kültür,  yani toplumsal  yasamdir. Bitmek  bilmeyen  Zoom  toplantilari  da  bizi  yorgun  düsürüyor.  Zoom  zombilerine  dönüsüyoruz. Durmadan  aynaya  bakmaya  mecbur  ediliyor  ve  sürekli  kendi  yüzümüzle  karsi  karsiya  kaliyoruz.  Ekranda  kendi  yüzümüze  bakmak  bikkinlik  veriyor. Ironik  bir  biçimde,  virüs  tam  da  toplumumuzun narsisizminin  sonucu  olarak  açiklayabilecegimiz ‘özçekim’  modasi  zamaninda  ortaya  çikti.  Virüs  bu narsisizmi  derinlestiriyor.  Küresel  salgin  sirasinda hepimiz  sik  sik  kendi  yüzlerimizle  karsilasiyor;  ekranlarimizin  önünde  bir  çesit  sonu  gelmeyen  bir özçekim üretiyoruz.  Bu  da bizi  yoruyor.

DIJITAL  AYNANIN  TETIKLEDIKLERI

Zoom narsisizmi kendine özgü  yan  etkiler  de üretiyor.  Estetik  cerrahide  bir  patlamaya  yol  açtigini  söyleyebiliriz.  Ekrandaki  bozuk  veya  bulanik görüntüler  insanlarin  görünüslerinden  dolayi umutsuzluga  düsmesine sebep olurken, bir  yandan da  ekran  çözünürlügü iyiyse kirisikliklar,  kellik,  karaciger  lekeleri,  göz  alti  torbalari  veya  diger  sevimsiz  cilt  kusurlarini  aninda  tespit  ediyoruz.  Covid-19 salgininin  baslangicindan  bu  yana  Google’da  estetik  cerrahi  aramalari  hizla  artis  gösterdi.  Karantina sirasinda,  estetik  cerrahlar,  yorgun  görünümlerini iyilestirmek  isteyen  müsterilerden  gelen  sorularla  dolup  tasti.  Hatta  artik  “Zoom  dismorfisi”nden söz  ediliyor.  Bu  dismorfiyi  (kisinin  fiziksel  görünümündeki  kusurlarla  ilgili  abartili  bir  endise  ve saplanti  hâli)  dijital  ayna  tetikliyor.  Virüs,  salgin öncesinde  bizi  zaten  pençesine  almis  olan  optimizasyon  çilginliginin  sinirlarini  zorluyor.  Virüs  toplumumuza  bir  ayna  tutuyor.  Ve  ‘Zoom  dismorfisi’ durumunda,  ayna  gerçektir!  Kendi  görünüsümüzle  ilgili  saf  umutsuzluk  içimizde  yükselir.  Zoom dismorfisi;  yani  egolarimizla  ilgili  olan  bu  patolojik endise  de  bizi  yorgun düsürüyor.

Küresel  salgin,  dijitallesmenin  olumsuz  yan  etkilerini  de  ortaya  çikardi.  Dijital  iletisim  oldukça tek  tarafli,  daraltilmis  bir  iliski:  Bakis  yok,  beden yok.  Digerinin  fiziksel  varligindan  yoksun.  Salgin süreci,  esasen  insanlik  disi  olan  bu  iletisim  biçiminin  norm  hâline  gelmesini  sagliyor.  Dijital  iletisim bizi  çok  ama  çok  yoruyor.  Bir  yankilanma  içermeyen  mutluluktan  yoksun  bir  iletisim.  Bir  Zoom toplantisinda  teknik  olarak  birbirimizin  gözlerinin içine  bakamiyoruz.  Tek  yaptigimiz  ekrana  bakmak. Ötekinin  bakislarinin  yoklugu  bizi  yorgun  birakiyor.  Bu  salgin,  umarim  baska  bir  kisinin  fiziksel varliginin  mutluluk  getiren  bir  sey  oldugunu,  dilin  fiziksel  deneyim  gerektirdigini,  bir  diyalogun bedenler  olmadan  basarili  olamayacagini  ve  en  nihayetinde  bizim  fiziksel  yaratiklar  oldugumuzu  anlamamizi  saglayacaktir.  Fiziksel  deneyim  anlamina da  gelen  ve  salgin  sirasinda  mahrum  kaldigimiz  ritüeller;  topluluk  olusturan  ve  dolayisiyla  mutluluk getiren  fiziksel  iletisim  biçimlerini  temsil  ederler. En  çok  da  bizi  egolarimizdan  uzaklastirirlar.  Mevcut  durumda,  bu  ritüeller  aslinda  kalici  yorgunlugun  panzehiri  olacaktir.  Fiziksel  boyut  bu  sekilde toplulugun  özünde  de  vardir.  Dijitallesme,  bedensizlestirici  bir  etkiye  sahip  oldugu  sürece  topluluk ahengini  zayiflatir.  Virüs  bizi  bedene  yabancilastirir.

Saglik  çilginligi  Covid-19  salginindan  önce  zaten  yaygindi.  Simdiyse,  sanki  sürekli  bir  savas  durumundaymisiz  gibi,  esas  olarak  hayatta  kalmakla ilgileniyoruz.  Hayatta  kalma  savasi  oldugu  sürece, iyi  bir  yasamin  nasil  olacagi  sorusu  ortaya  çikmiyor.  Yasamin  tüm  güçlerini  ne  pahasina  olursa olsun  yalnizca  yasami  uzatmak  için  çagiriyoruz.  Bu amansiz  hayatta  kalma  mücadelesi  küresel  salgin ile  yaygin  bir  yükselise  geçiyor.  Virüs  dünyayi,  tüm yasamin  donarak  sadece  hayatta  kalmaya  indirgendigi  bir karantina kogusuna dönüstürüyor.

IYI  YASAM  DUYGUSUNUN  KAYBOLUSU

Günümüzde  saglik,  insanligin  en  yüksek  hedefi  hâline  geldi.  Hayatta  kalma  toplumu  ‘iyi  yasam’ duygusunu  kaybediyor.  Zevk  bile  kendi  basina  bir amaç hâline  gelen  sagligin  sunaginda  feda  ediliyor. Nietzsche  bu  durumu  çok  daha  önceden  ‘yeni  tanriça’  olarak  adlandirmisti.  Sigara  içme  yasagi  da  aslinda  hayatta  kalma  çilginligini  ifade  ediyor.  Zevk, hayatta  kalma  mücadelesinde  yoldan  çekilmek zorunda. Yasamin  uzamasi  en  yüksek  deger  hâline geliyor.  Hayatta  kalma  ugruna,  hayati  yasamaya deger kilan her seyi  seve  seve  feda ediyoruz.

Fakat  akil,  bir  salginda  bile  yasamin  tüm  yönlerini  feda  etmememiz  gerektigini  söyler. Yasamin, sadece  bir  hayatta  kalma  mücadelesine  ve  süssüz, bos  bir  hayata  indirgenmemesini  saglamak  siyasetin  görevidir.  Ben  bir  Katolik’im.  Özellikle  böylesine  tuhaf  zamanlarda  kiliselerde  vakit  geçirmeyi seviyorum.  Geçen  yil  Noel’de,  salgina  ragmen  gerçeklesen  bir  gece  yarisi  ayinine  katildim.  Beni  mutlu  etti.  Ne yazik  ki,  çok  sevdigim  tütsü  yoktu.  Kendi kendime  sordum:  Salgin  döneminde  tütsü  konusunda  da  kati  bir  yasak  var  mi?  Neden?  Kiliseden çikarken,  aliskanlik  geregi,  kutsal  su  kabinin  içine elimi  uzattim  ve  ürktüm:  Kap  bostu. Yanina bir  sise dezenfektan yerlestirilmisti. ‘Korona  Sikintisi’  [corona  blues]  Covid-19  salgini  sirasinda  yayilan  depresyona  Korelilerin  verdigi isim.  Sosyal  etkilesimden  uzak  karantina  kosullarinda  depresyon  derinlesiyor.  Asil  salgin  depresyondur.  Yorgunluk  Toplumu  kitabim  su  teshisten yola  çikmisti:  “Her  çagin  kendine  özgü  hastaliklari vardir.  Nitekim  bir  zamanlar  bir  bakteri  çagi  vardi; antibiyotiklerin  bulunmasiyla  sona  erdi. Yaygin  bir grip  salgini  korkusuna  ragmen  viral  bir  çagda  yasamiyoruz.  Immünolojik  teknoloji  sayesinde  onu çoktan  geride  biraktik.  Patolojik  bir  bakis  açisindan  baktigimizda,  yeni  baslayan  21.  yüzyil  bakteriler  veya  virüsler  tarafindan  degil,  nöronlar  tarafindan  sekillenecek.  Depresyon,  dikkat  eksikligi  ve hiperaktivite  bozuklugu  (DEHB),  borderline  kisilik bozuklugu  (BPD)  ve  tükenmislik  sendromu  gibi nörolojik  hastaliklar,  yirmi  birinci  yüzyilin  basinda patolojinin manzarasini  isaret  ediyor.”

Yakinda  virüsü  yenmek  için  yeterli  asimiz olacak.  Ancak  depresyon  salginina  karsi  asi  bulunamayacak.  Aslina  bakilirsa  depresyon  da  tükenmislik  toplumunun  bir  belirtisidir.  Basari  öznesi, artik  “yapamayacak”  oldugu  anda  tükenmislige  sürüklenir.  Kendi  kendine  dayattigi  basarma  beklentisini  karsilayamaz  hâle  gelir.  Artik  “yapamamak”, yikici  bir  özelestiriye  ve  otomatik  saldirganliga  yol açar.  Basari  öznesi  kendisine  karsi  bir  savas  açar  ve onun  içinde  yok  olur.  Kendine  karsi  kazanilan  bu savastaki  zafere  tükenmislik denir.

Güney Kore’de her yil birkaç bin kisi intihar ediyor.  Bunun  baslica  nedeni  ise  depresyon.  2018’de okul  çagindaki  yaklasik  700  çocuk  intihara  tesebbüs  etti.  Medya  bile  bunun  “sessiz  bir  katliam”  oldugunu  ifade  ediyor.  Öte  yandan,  simdiye  kadar Güney  Kore’de  Covid-19’dan  sadece  1.700  kisi öldü.  Çok  yüksek  intihar  orani  basitçe  basari  toplumunun  ikinci  derecede  hasari  olarak  kabul  edilir. Bu  orani  düsürmek  için  simdiye  kadar  önemli  bir tedbir  alinmadi.  Salgin  intihar  sorununun  iyice  derinlesmesine  sebep  oldu.  Güney  Kore’deki  intihar orani  salgin  patlak  verdiginden  beri  hizla  artti.  Virüs  görünüse  göre  depresyonu  da  siddetlendiriyor. Ancak  dünya  genelinde  bu  küresel  salginin  psikolojik  sonuçlarina  yeterince  dikkat  edilmiyor.  Insanlar  biyolojik  varolusa  indirgendi.  Herkes,  durumu yorumlamaya  gelince  mutlak  otoriteyi  üstlenen virologlari  dinliyor.  Salginin  neden  oldugu  asil  kriz ise,  süssüz  ve  bombos  bir  hayatin  mutlak  bir  deger hâline  getirilmesi.

Covid-19 virüsü,  patolojik  sosyal  fay  hatlarini derinlestirerek  tükenmis  toplumumuzu  yipratiyor. Bizi  toplu  bir  yorgunluga  sürüklüyor.  Bu  nedenle koronavirüs,  yorgunluk  virüsü  olarak  da  adlandirilabilir.  Ancak  virüs  ayni  zamanda  Yunancada ‘krisis’  anlamina  gelen  bir  kriz,  yani  bir  dönüm noktasi.  Çünkü  ayni  zamanda  kaderimizi  tersine çevirmemize  ve  sikintilarimizdan  uzaklasmamiza da  izin  verebilir.  Ve  bizlere  acilen  söyle  hitap  ediyor:  Hayatinizi  degistirmelisiniz!  Ancak  bunu  toplumumuzu  kökten  gözden  geçirirsek  ve  yorgunluk virüsüne  bagisikli  yeni  bir  yasam  biçimi  bulmayi basarirsak yapabiliriz.

Kaynak:  umran  Dergisi.Sayi 321-sh 46/49  |   Temmuz-Agustos  2021  |

https://www.thenation.com/article/society/pandemic-burnout-society/

Çeviren:  Raziye Ertok

* Byung-Chul Han: Byung-Chul Han Almanya'daki Universitât der Künste Berlin'de felsefe ve kültürel çalismalar profesörüdür. Kore Seul dogumlu yazar, felsefe doktorasini Freiburg'da Heidegger üzerine yapmistir. Felsefenin araçlarini simdiyi düsünmek ve bugünün elestirisini yapmak için kullanan yazar, neoliberal dönemde siddet, saydamlik, yorgunluk, pop kültür, teknolojik araçlar, gen bankalari, ironi, taklit ürünler vb, kavramlari, olaylari, nesneleri tartismaya açan ondan fazla kitap kaleme almistir,Bazilari  birçok  dile  çevril mis  on  alti  kitabi  bulunan  yazarin  eserleri  arasinda  sunlar  sayi labilir:  Tod  und  Alteritat  (2002;  Ölüm  ve  Baskalik),  Was  ist Macht?  (2005;  Güç  Nedir?),  Yorgunluk  Toplumu  (2010;  Açi lim,  2015),  Siddetin  Topoloiisi  (2012;  Metis,  2017),  Seffaflik T oplumu  (2011;  Metis,  2017),  Zamanin  Kokusu  (2009;  Me tis,  2018)  ve  Eros'un  istirabi  (2012;  Metis,  2019).

Bu yazi Umran Dergisi sayi 323 / Temmuz-Agustos 2021’den alintidir.
(Bu yazida yer alan fikirler yazara aittir. Hikmet Akademisi’nin bakis açisini yansitmayabilir.)

 

YAZARA AİT BÜTÜN YAZILAR
YORUMLAR
M. Kamuran TÜRKER
27.7.2021 01:00
Bu makalenin düsündürdügü en önemli sey bence su: Yönetemeyenler, yönetilirler. Insan, öncelikle kendini yönetmeye, daha sonra da içinde bulundugu tüm sartlari yönetmeye talip olmalidir. Bu konuda suurlu olmalidir. Aksi takdirde, yönetenlerin, yönetim sartlarina ve sonuçlarina mahkum olurlar. Kisisel ya da toplum olarak...

YENİ YORUM YAP
güvenlik Kodu
EDİTÖRDEN
Bizimle sosyal ağlarda bağlantı kurun!