Ne yapti da bu ölçüde hemen her inanç ve ideoloji çevresinde itibar kazandi Sezai Karakoç. Kamu önünde bulunan, siyaset yapan, konusan, yazan, belli bir taninirlik kazanmis bulunan her insan tekinin bu suali kendisine sormasini ne kadar isterdim. Bunu üstad da isterdi iyi biliyorum, örnegi burada: “Biz mahcup ve onurlu çocuklariz, basimizi kaldirip bir bakmayiz. Biz kosu bittikten sonra da kosan atlariz.”
Vefat haberini ayni gün aksam on sekiz siralarinda bir dostum aglayarak bildirdi bana Sezai Karakoç üstadin. Ben “keske” demeyi sevmem; “elhamdülillah” ifadesinin dilime daha çok yakistigini, inancim geregi daha münasip oldugunu düsünürüm. Hiç süphesiz kalbimin üzerine bu haberden ötürü agir bir yük bindi, hemen durumu en yakin arkadasim Cahit Koytak ile paylastim. O da haberli ve hüzünlüydü. Daha önceleri yalniz yasayan birkaç yakinim, vefatlarindan epeyce sonra fark edilmis ve büyük üzüntü yasatmisti sevenlerine. Sezai Karakoç üstad için de benzer bir endise her nedense zihnimin bir kösesinden beni sürekli rahatsiz ederdi. Simdi “elhamdülillah” dememin sebebi onun tabii ecelle ve güzel bir ölümle göçüp gitmesidir. Vakitli mi vakitsiz mi insanlar daima söylemislerdir “her ölüm erkendir” diye. Zaaflarla yüklü beser tarafimiz bize, benzer keske ve yakinmalar söyletse de biliyorum ki “insanlarin bir hesabi vardir, Allah’in da bir hesabi vardir ve Allah’in hesabi hiç sasmamaktadir.” Hepimiz ölümü tadiciyiz, Allah elçileri de göçüp gittiler bu geçici âlemden ebedi âleme.
SEZAI KARAKOÇ ÜSTADIN TEREKESI
Allah’tan geldik yine Allah’a dönecegiz. Müminler ölüm korkusu tasimazlar, tasimamalilar, ancak mevcut günahlari ve hatalari yüzünden ölümden sonrasi için endise duyarlar, duymalilar. Ömrü boyunca daha düsünce hayatinin en basinda el ba’sü ba’del mevt hakikatini Türkçeye tercüme ederek ona Dirilis adini vermis bir üstat, bir agabeyin vefati üzerine onun kendi söylemlerini ödünç alarak yazmanin, konusmanin, onun gidisiyle kalbimde açilan yaralara iyi gelecegini düsündügümden yazinin alt basligina “Ölüm ve Çerçeveler” dedim.
Hep söylerim benim neslim ona agabey diye hitap ederdi. Biz yirmili, o ise otuzlu yaslarinda iken mülaki olmustuk. O bize asla efendilik yapmadi. Magduriyeti fark edince beni Fethi Gemuhluoglu’na burs alabilmem için bizzat kendisi referans olarak göndermisti. Ayrica yazihanesinde yedigi simitler ve içtigi çaylardan, arada bir Cennet Muhallebicisi’nde pilav üstü tavuktan da müstereken nasiplenmistik. Kursagimda ikramlari durur, sirf bu sebeple bile ona olan minnet borcumu her namazda kendisine magfiret dileyerek ödeyemesem de kendi kalbimi yatistirmaya çalisiyorum. Iyice biliyorum ki hiçbir insan hikmetinden sual olunmaz, hatasiz, kusursuz degildir. Karakoç üstadin cenazesinde Mehmet Görmez Hoca’nin insanlardan helallik almak üzere üç kez ardi ardina sorgulamasina iyi biliriz diyen mahcup ve onurlu genç insanlarin sehadetini Rabbim kabul buyursun.
Hadise henüz epeyce taze ve yakin olmasina ragmen hemen her gün yazili yahut görsel basin yayin organlarinda farkli inanç ve ideoloji mensuplarinin da katildigi Türkiyeli yazan-çizen insanlar onun hakkinda tamami müspet sahitliklerde bulunmaktadir. Sezai Karakoç üstadin geriye biraktigi terekesinde maddi degeri bulunan nesneler yerine galiba çok sevdigi kelime ile söylenecek olursa, fethettigi yiginla kalp mevcuttur. Bu durum benim kalbimi öylesine ferahlatiyor ve onun vefatina bilseniz nasil gipta ile bakiyorum; benim ardimdan da böylesi sahitlikler gerçeklesecek mi acaba diye?!...
Hemserim Elazizli esimle Malatya’da evlenerek Istanbul’a yerlestigimde tanisikligimiz yeni oldugu için ona Sezai Karakoç üstattan fazlasiyla söz açmisim demek ki, bir gün uyandiginda rüyasinda üstadi gördügünü söylemisti bana. O tarihlerde kimsenin elinde en ufak bir fotografi bile bulunmayan üstatla yollari hiç çakismamis bulunan esim kim bilir hangi simayi Sezai Karakoç diye adlandirmis diye düsünmüs ve dogrusu sadece tebessüm etmistim. Fakat söz konusu rüyanin ertesinde esimle Kadiköy Kiziltoprak civarlarinda birlikte disariya çikmistik ki, esim ansizin durdu “Iste Sezai Karakoç gidiyor!” dedi bana. Sonbahar mevsimiydi tipki Mehmet Âkif gibi muhtemelen bir dostundan ariyet olarak aldigi yagmurluk gibi bir giysi içerisinde üç bes adim önümüzde üstad her zaman elinde bulundurdugu burusuk bir torbayi sallayarak gidiyordu. Esimin hiç görmedigi halde tanimasi, anlattigi rüya zihnimi kurcalarken, o açikliyordu, “Her gün bana öyle anlatiyordun ki neredeyse resmini bile çizebilirdim”. Üstada görünmeden, kendisinin üzerine bir ömür boyu yapismis bulunan mahcubiyeti, bu sefer ikimiz, esim ve ben, sanal bir örtü gibi giyinerek oradan uzaklastik.
KARAKTER, DERT VE DAVA
Ne yapti da hemen her inanç ve ideoloji çevresinde bu ölçüde itibar kazandi Sezai Karakoç! Kamu önünde bulunan, siyaset yapan, konusan, yazan, belli bir taninirlik kazanmis bulunan her insan tekinin bu suali kendisine sormasini ne kadar isterdim. Bunu üstad da isterdi iyi biliyorum, örnegi burada: “Biz mahcup ve onurlu çocuklariz, basimizi kaldirip bir bakmayiz. Biz kosu bittikten sonra da kosan atlariz.” Her vesileyle kendisine yapi, mizaç, karakter bakimindan benzettigim Mehmet Âkif hakkinda arkadasi Mithat Cemal “Mehmed Âkif, Mehmed Âkif oldugunu bilemeyecek kadar mahcup, sokaklarda kenarlardan, köselerden dolanan çocuklarin kabadayiligini tasiyan biriydi.” der. Hrant Dink’in “güvercin tedirginligi” seklinde ifade etmeye çalistigi tutum ve durum Sezai Karakoç üstatta sirtina tas baglanmis bir kusun tasiyamayacagi besbelli bu agirligi yine de tasimasi gerektigine ve her sart altinda yoluna devam etme çabasi gibi bir azme dönüsmüstü. Omuzlarinda insanlik medeniyeti ve Islâm milletinin bütün dert ve davasini tasimaktaydi âdeta. Bunu tasirken de hiç ama hiç kimseye göstermiyor, hiç ama hiçbirseyden korkmuyor, hiç ama hiçbir kimseden yardim ve destek de kabul etmiyordu. Tevekkülü yalniz Allah’a idi…
Sezai Karakoç’un hem karakteri hem düsünceleri üzerine her yogunlasmamda Mehmet Âkif de bir sekilde hatirima gelip kendini hissettiriyor. Yoksul, tabir caizse hesapsiz kitapsiz, kinayanin kinamasi, güçlülerin serrinden korkmadan, bazen de aldirmadan dogru bildikleri yolda bikmadan, usanmadan yürümüs olmalari Karakoç’u Âkif’e yaklastirir. Türkiyeli muhafazakârlar, Müslümanlar bilirler ki Âkif ile Karakoç arasinda Necip Fazil faktörü durmaktadir. Ve o da görmezden gelinmeyecek oylumda hem yasadigi dönemde ve hem de halen toplum üzerindeki etkinligini, agirligini ciddi biçimde sürdürmektedir. Ancak Necip Fazil’in bu iki mütefekkir sairden önemli farki, onun her vesileyle yaptigi Türk vurgusu ve de Kur’ân yerine dolasimda bulunan zayif hadis metinlerine tutunmasidir. Âkif zaten bir Kur’ân sairi idi. Ondan el aldigini düsündügüm Sezai Karakoç da derinligine nüfuz edecek bir dil, kelam, tefsir birikimi iddiasi olmamasina ragmen, okuyan genç insanlara daima o da Kur’ân’i göstermistir. Hizirla Kirk Saat ve Taha’nin Kitabi basta olmak üzere öteki eserlerini de tanik tutabiliriz:
“Her evde kutsal kitaplar asiliydi
Okuyan kimseyi göremedim
Okusa da anlayani göremedim
Her ayet bir ülkeye bedel bir erdir
Her sure cihana bedeldir
Kur’an’sa arsin manifestosu
Reddin reddi protestosu”
Son iki dizeyi okudugumda 1960’li yillarin sonuna dogru hemen Seyyid Kutub’u hatirlamistim. Onun Yoldaki Isaretler adli eserinde yanilmiyorsam “Lailahe Illallah’in Anlami” baslikli bir makalesi vardi. Lise yillarimda okudugumda yazarin bana kelime-i tevhidi dile getirirken “la ilahe” diyerek neyi, kimleri inkâr ettigimi soruyordu. O tarihlerde ben, evet, ilah tektir diyordum ama bu ifadeden önceki bölüm üzerinde düsünmemistim. Sahiden bu iman ikrari ile biz neyi, kimi inkâr etmekteydik? Cevabi yukaridaki dizelerde bir kere de Sezai Karakoç yetistiriyordu: “Reddin reddi, protestosu”.
GIPTA EDILECEK, IMRENILECEK BIR HAYAT
Cemal Süreya Karakoç’u Mehmet Âkif ve Necip Fazil ile karsilastirirken söyle diyordu: “Bulgucu adam. Belki de ülkemizdeki tek bulgucu. Çok daha yetenekli bir Mehmed Âkif’in tinsel görüntüsüyle, adamakilli dürüst bir Necip Fazil’inkini iç içe geçirin yaklasik bir Sezai Karakoç fotografini elde edebilirsiniz.” Âkif üzerinden yaptigi yetenek ölçücü münasebetsizlik görmezden gelindiginde her iki Müslüman sair arasindaki benzerlik ve irtibat iyi düsünen kimselerin gözünden kaçmamistir besbelli.
Herhâlde sihhatle düsünen hiç kimse sairlerden bir kelam erbabi, müfessir ya da meal yazari gibi birer Islâm âlimi olmalarini beklemeyecektir. Ancak evvela ortaya koyduklari hayat modeli bakimindan Kur’ân’in müminlerin vasfini sayarken zikrettigi emri bil maruf ve nehyi anil münker cümlesi noktasinda hem Âkif hem de Karakoç bana sinifi geçmis görüntüsü vermektedirler.
Nâzim Hikmet bile Mehmed Âkif hakkinda en azindan “Âkif inanmis adam” diyerek olumsuz bakmadigini göstermistir. Bugün Sezai Karakoç’un vefati sonrasinda neredeyse bütün muhitlerden sag-sol ayrimi yapilmaksizin hüsnü sehadette bulunulmasi neyin göstergesidir? Kanaatim odur ki yaradilisinin son safhasinda ilahi ruh üflenerek yeryüzüne birer beser, biricik ve Islâm fitrati üzere dogan her insan teki vicdaninin üzerini örtmemis, insaf ve adalet duygusunu tamamen ortadan kaldirmamissa Âkif ve Karakoç gibi güzel ahlak modeli insanlara imrenecektir. Kiskanilacak demiyorum ama gipta edilecek, imrenilecek birer hayat yasadi her iki sairimiz de. Karakoç’un Âkif hakkindaki umumi degerlendirmesi zaten söyle dile getirilmisti: “Mehmed Âkif biten dönemin son savasçisiydi, bizler de baslayan bir dönemin ilk savasçilariyiz.” Neyin savasiydi bu, denilecek olursa sunu evvela söylemelidir ki Allah’in nebi ve resûllerinin insanlik tarihinin basladigi dönemden bu yana yeryüzüne ektikleri medeniyet tohumunu yesertme savasi diyebiliriz. Ve o tohumdan üretilerek bütün insanligin iyilik, güzellik, dogruluk, adalet, fazilet adina bu havuza doldurulmus makul ve maruf mevcudunu sahiplenmek anlaminda bir medeniyet savunmasidir bu.
Bir tek medeniyet vardir Sezai Karakoç’a göre, o da bütün insanligin malidir. Ilk tohum resûller tarafindan atilmis ve son Allah Resûlü’nün çabasiyla Müslüman tarihini yeniden bir dirilise açan Büyük Hicret sonrasinda Yesrib sehrinin Medine’ye dönüstürülmesiyle baslar. Tipki Âkif gibi Karakoç da umumi anlamli ümmet kelimesi yerine sosyolojik anlamda yalnizca insani niteleyen millet kelimesini Kur’ân tanimlamasi üzerinden okuyarak yeryüzünde iki milletin varligindan söz eder. Dahasi Müslümanlarin Islâm milliyetçiligine vurgu yapar. Sezai Karakoç fikirlerini olgunlastirdigi altmisli yillarin sonu ve yetmisli yillarin basinda nasil bir gelenekçi muhit arasindaydi? Bir kesim, Müslümanlarin Türkiyeli yazarlar disindakileri okumasini zararli bulmaktaydi. Genis bir kesim, siradan Müslümanlarin Kur’ân’i dogrudan okumalarini tehlikeli buluyor ve bagli bulunduklari hocalari dinlemelerini, onlarin yorumlarindan disariya çikmalarinin neredeyse bir tür sapma olacagini söylüyorlardi.
Sezai Karakoç’un neden böyle bir camianin içerisinde görünür olmamayi seçtigini anlamak bakimindan dönemin entelektüel ve estetik seviyesine bakmak da fikir verecektir. Gazeteleri, mecmualari, yayimladiklari kitaplarin kapagi, tashihine kadar ne yazik düsük bir düzey, ilkel bir görüntü vardi. Sezai Karakoç bu anlamda da eger yapamiyorsaniz ilk mektep çocuklarinin resimleri gibi kapaklar ve tutarsiz bir üslupsuzlukla eserler ortaya koymak yerine, Dirilis Yayinlari’nin suretine ve muhtevasina bakarak kendinize bir çeki düzen verebilirsiniz imasi yapmaktaydi. Kitap kapaklari tek tip, tek renk, ama eserlerin gerek siir gerekse nesir bütünü dönemin hem dili, üslubu hem de muhtevasi bakimindan fersah fersah ilerisinde idi.
TÜRKIYE’DEKI ISLÂMLASMAYA YÜKSEK SOLUKLU BIR KATKI
Açik söylemek gerekirse onun polis marifetiyle toplatilarak mahkemeye çikmasina sebebiyet veren eseri Islâm’in Dirilisi’nde bize ögrettigi bakis açisi 1970’li yillardan 21. yüzyilin basina dair bir öngörüye isaret etmekteydi: “Müslüman suurlas suurlas öyle suurlas ki distan gelen bir yikis planinin daha ilk maddesi açiklanmadan sen son maddesini söyleyeceksin.” Büyük Ortadogu Projesi yahut 15 Temmuz 2016 darbe tesebbüsü hatirlandiginda onun bu uyarisinin degeri daha net anlasilacaktir.
Ne isabetli tespitleri vardi: “Islâm ülkeleri ‘Bati Romantizmi’ döneminden çikmak üzere, yeni bir döneme ‘Bati Kritigi’ dönemine girmek üzeredir.” Elbette bütün Müslüman cografyaya belki yayamayiz bu iddiayi. Ama bence Mehmet Âkif, Necip Fazil tecrübesiyle bir mesafe almis bulunan en azindan Türkiye’deki Islâmlasma hareketine yüksek soluklu bir katki yapan Sezai Karakoç’un bizzat kendi varligi bile bu iddianin belgesi, kaniti mahiyetindedir. “Hayati yasayanlar dünyaya tapanlar degil, dünyayi ayaklar altinda çigneyenlerdir” diyordu ya!
“Müslümanlar Kur’an’dan uzaklasti uzaklasali gün yüzü görmediler” diyen de Sezai Karakoç’tur. Hiç süphesiz büyük bir siir olan Monna Roza’ya takilip kalarak, onu yalnizca sairler safinda bir makama oturtarak, büyük düsüncesini gölgede birakmak insafla bagdasmaz. Devam edelim alintilara: “Islâm has ismiyle de cins ismiyle de kitap medeniyetidir. Kur’ân sifadir. Kur’ân’dir diriltici olan/Yol gösteren yol açan/Kaybolan vakti uyandiran/Korkulacak olandan korkutan/Umut veren, mustu tasiyan/Karanlik olana isik saçan/Isitan aydinlatan/ Bas ve önder Kur’ân’dir.”
“Ham yobaz kaba softa” ifadesi bir Necip Fazil benzetmesiydi siklikla tekrarladigi. Böylesi bir muhit içerisindeydi onlarin çirpinislari, uyandirma çabalari silik, sinik, ödlek, kenara köseye kaçan büyük kalabaliklari. Fikir hayati, yayin hayati, ahlaki düzeyi, sanat ve estetik anlayisi son derece düsük, kuru hamaset ve sönük bir tevekkül ve kadercilik itikadiyla yetinen, avunan, oyalanan bir toplumda açmisti o Dirilis bayragini. Cismiyle degil, resmiyle bile degil ve hatta bizzat özel ismiyle de degil, eseriyle çagirdigi topluma önderlik edebilmek maksadiyla bu yönlerini gizledi, açik etmedi, kendisine degil, uzaklari isaret eden parmagina da degil parmaginin gösterdigine dikkat istedi. Ama biliyor ve söylüyordu: “Toplum, alistigindan kolay kolay ayrilmak istemez! Her degisiklikten, isterse o degisiklik bir kurtulus olsun, kaçar! Degismede çekilecek çileyi göze alamayistir bu… kabile mutlulugunu insanligin büyük mutluluguna tercih…”
Son iki asirda bütün Müslüman muhitlerde yeniden Islâmlasma çabasi içerisine girmis, Karakoç’un ifadesiyle “Bati kritigi” de yapmaya baslamis her Müslüman düsünürün müracaat ederek hatirlattigi Ra’d Suresi 11’nci ayet-i kerimesinin bir tür açiklamasidir yukarida aktarilan degisim adina yazdiklari.
ESERININ BÜTÜNÜNE BAKMALI
Sezai Karakoç hakkinda konusurken onun da neticede bir beser oldugunu hiç unutmadan salt sahici bir degerlendirme yapabilmek için eserinin bütününe bakmali ve bütünden kopartilarak ayiklanmis söylemlerden sakinmalidir. Aslinda her mütefekkir için böyle davranilmali, beser cinsini ne ululamali ne de yerin dibine batirici asiri yok saymaya tabi tutmalidir. Mesela ben üstadin mistik ve mitolojik kimi tarihi ve folklorik verilerden hareketle yazdiklarini okurken aceleci davranarak bu unsurlarin kendisinde birer inanç ilkesi olusturdugunu söylemekten Allah’a siginirim. Masal, efsane, mistik öyküler her toplumun kültürel hayatinda mevcuttur. Onlari yerli yerinde kullandiginiz zaman deger bile ifade edebilirler. Burada sakincali olan, bu ve benzeri unsurlari iman ilkesi hâlinde takdim etmektir. Ayrica daha önce de yazildigi gibi bir Islâm arastirmacisi ve âlimi olmayan Sezai Karakoç’u, mesela bazi mevzu hadisleri okuyarak kaleme aldigi eserler üzerinden kinamak ne ölçüde dogru olacaktir. Zira bahsi geçen mevzuat, sahih olanlardan çok daha meshur ve yayginsa eger. Üstad yasarken ona yaklasarak bu hususta bir uyari yapilmis ama kendisi inatçi ve israrli mi davranmistir ki söz konusu bu müracaatlarindan ötürü kinansin? “Galat-i meshur lügat-i fasihten evladir” ne yazik ki evet, böyledir.
Hangi toplumun üyesidir Sezai Karakoç? Bu toplumun geleneksel itikadi kültürü Kur’ân’dan ziyade hadis metinleri üzerine bina edilmistir. Tarih boyunca Islâmî ögrenim adina en meshur mahfillerde Kur’ân ihmale ugramis ama hadis okunmus, okutulmus, Kur’ân’dan ise siradan insanlar olabildigince uzak tutulmustur. Hizirla Kirk Saat eseri ve söyleminden hareketle, bu eserde mevcut menkibeler üzerinden onun sanki hiç Kur’ân’a bakmadigini söylemek insafla bagdasmaz. Iste ayni kitabin söyleminden bazi parçalar:
“Ey yesil sarikli ulu hocalar bunu bana ögretmediniz
Bu kesik dansa karsi bana bir sey ögretmediniz
Kadinin üstün oldugu ama mutlu olamadigi
Günlere geldim bunu bana ögretmediniz
Hükümdarin hükümdarligi için halka yalvardigi
Ama yine de essiz zulümler isledigi vakitlere erdim
Bunu bana söylemediniz…
Kardesim Ibrahim bana mermer putlari
Nasil devirecegimi ögretmisti
Ben de gün geçmez ki birini patlatmayayim…”
Insanlar Müslüman bir sairden baska neyi bekliyorlar bilmiyorum, ihtilal yapmasini filan mi? Vaktiyle Umran’da “Sezai Karakoç ve Putlar Fuarina Sergi Olan Çagimiz” diye bir yazi yazmistim. “Putlar fuari” ifadesinin geçtigi üstada ait “Agaçlar ve Mezartaslari” adli metinden kisa bir alintiyi tekrarlayalim: “Ölülerin basina dikilen mezartaslari gibidir putlar. Onlara benzerler, onlar gibi bir ölüye isaret ederler. Ileride birer ‘ölüm heykeli’ne benzetilen putlar belki somut maddelerden mamuldür. Ne var ki insani içeriden kemiren zihinsel putlar da vardir; onlar bazen bizzat kisinin kendisi bile olabilmektedir. Yahut Allah’tan gayri “Efendi” yerine koydugu, kendisine baglanilmasi lazim geldigini savundugu, kendisi gibi bir insan evladi da olabilir. Tek tür “Baglanma” eyleminin yalniz Allah’a yapilmasi iman, bunun disindaki her tür baglilik ise putperestliktir.”
“SEHZADEBASINDA GÜN DOGMADAN”
Ölüm ve Çerçeveler üstadin bir eserine isim olmustu. Onun özellikle de siirlerine yansimis bulunan köse, kavis, çerçeve gibi sinirlayici kavramlar acaba kendisi üzerinden yapilacak olan muhtemel yanlis degerlendirmelere ima yoluyla bir dokunus mu idi diye düsünmeden edemiyor insan. Memlekette yasayan Müslüman, gayrimüslim her kesimin Sezai Karakoç’un vefati sonrasindaki hüsnü sehadetleri, onun evvela ahlakina dair bir imrenisin ardindan da düsünce ve sanat hayatina tasidigi kalite önündeki saygi durusunun bir ifadesidir. Bütün bunlarin yaninda öyle bir tevafuk var ki hepimizi sasirtmistir. “Sehzadebasinda Gün Dogmadan” siirinin dizeleri: “Yerlesecek yer aramak/Camiin avlusunda/Soguk bir tasa oturmak/Gün dogmadan Sehzadebasinda.” Rabbim sanki ona bir nasip ayirmis arzusu istikametinde, simdi sahiden yerlesti o makama..
Bu dizelerden çok önceleri söyle yazmisti, daha ilk gençlik yillarinda “Kara Yilan” adli siirde:
“Ben güneyli çocuk arkadasim güneyli çocuk
Günahlarim kadar ömrüm vardir
Agarmayan saçimi günese tutuyorum
Saçlarimi acinin elinde unutuyorum
Parmaklarimdan süt içmeye çagiriyorum seni
Ben güneyli çocuk arkadasim güneyli çocuk”
Sözün sonunda varsa taksiratini bagislamasini, Rabbimin sevgili üstadimiza sonsuz rahmeti ve merhametiyle muamele etmesini diliyorum. Ona olan muhabbetin yeni nesiller tarafindan daha da derin köklere ulasacak eserlere dönüsmeyi saglasin diye ümit ediyorum…
Bu yazida yer alan fikirler yazara aittir. Hikmet Akademisi’nin bakis açisini yansitmayabilir.
Bu Yazi Umran Dergisi sayi:328 /sh-4-7 | Aralik 2021 | Alintilanmistir…
Yazinin Asli için http://www.umrandergisi.com.tr/u/umran/pdf/328-1638799236.pdf