İnsanı bilmeyen, tarihi nasıl bilsin?
Sorular cevapların rehberidir. İyi sorular başka şartlar da yerine getirildiği taktirde doğru cevaplara götürür. Kötü ve yanlış sorularsa hangi faktörü yardıma çağırırsanız sizi doğruya götürme şansı yoktur. Ancak doğrusuyla yanlışıyla bütün sorular sizi aynı zamanda belli bir yere götürürken başka birçok yerden de uzaklaştırır. Takıldığınız sorunun size dünyanın bütün sırlarını vereceğini düşünürseniz o sorunun da esiri haline gelmiş olursunuz.
Bilhassa tarihe ne sorarsanız size onun cevabını verir, ama bütün tarihi sizin sorduğunuz sorulardan ve onun size verdiği cevaplardan ibaret görürseniz gideceğiniz yer gerçekliğin daracık mahzenlerinden biri olmaz.
Birçok filozof tarih şuurunu tarihe sorduğu sorunun kendisini götüreceği yere hazırlık olarak görmüştür. Tarihe atfettiği istikametin, bütünlüğün şuuruna indirgenmiştir tarih şuuru. Marksistseniz tarih şuurunuz tarihin sınıfların tarihine indirgendiği bir anlayışa sahip olmanızdır. Hegelyen bir bakış açısıyla Gheist’e atfedilen aşkın bir yolculuğun yorumudur tarih şuuru. Bu gheist isteyenin elinde kalabilen bir devlet, lider, millet kültünü de besleyecek tarihler yazdırabilir. Tarih şuuru gerçeklikten kopmamak, tarihin beşeri tabiatına yabancılaşmamak, bugün olamayacak bir şeylerin geçmişte de olamayacağını bilmektir. Aynı zamanda tarihe bir konuyu sormak üzere müracaat ettiğimizde tarihin bu olaydan ibaret olmadığının şuurunda olmaktır. Bu olay nihayetinde aynı anda aynı dönemde veya başka zamanlarda cereyan etmiş milyarlarca hadiseden sadece bir tanesidir. Tarih sizin zihninizde ürettiğiniz bütünlüğe uygun olmayabilir, o bütünlükler tarihi kısıtlar, tarihsel gerçeklikten sizi uzaklaştırır. Bugünün tarihi hakkındaki bilgide olduğu gibi.
Denilebilir ki tarih şuurunu en yüksek düzeyde ortaya koymuş ilk kişi İbn Haldun olmuştur. Onun meşhur aforizmatik “geçmiş bugüne suyun suya benzediğinden daha fazla benzer” sözü, aslında meselenin özünü ortaya koyuyor. Tarihe atfettiğimiz istikametlerin, bütünlüklerin bizim zihnimizin ürünü olabileceğini ve bunların tarihsel gerçekliğe teklif edilmiş bir elbise olabileceğini hiç akıldan çıkarmamaktır tarih şuuru. Bazen bu elbiseler gerçekliğin üzerinde çok şık durabilir ama bu onların gerçekliğe giydirilebilecek yegâne elbiseler olduğu anlamına da gelmez.
İslam tarihinde hoşgörüsüzlüğün tarihi, acımasız iktidar savaşlarının, insanların birbirlerini satmalarının, yolsuzlukların, ihanetlerin tarihi de yazılabilir. Bu başlığı attığınızda altını doldurabilecek bolca örnek bulursunuz. Ama bu başlığın altında kalıp bütün İslam tarihinde dostluğun, sadakatin, sahabetin, fedakarlıkların, özgürlüğün, özgürleştirmelerin, mazlumlara kol kanat germelerin, zalime karşı duruşların, bu yolda verilen mücadelelerin destansı özveri örneklerinin, mükemmel insan ilişkilerinin hepsini bu başlık altında gömüp görmezden gelirseniz ilk feda etmiş olacağınız şey tarih şuuru olur. İsterseniz dünyada bilim ve teknolojinin tarihini yazmayı deneyin. Fuat Sezgin alanında istisnai bir şey yaptı, oradan bambaşka, altın harflerle yazılası bir İslam bilim ve medeniyet tarihi çıkmıyor mu? Ya üniversitelerin tarihini yazarken dünyanın ilk üç üniversitesini Müslümanların kurduğu gerçeğini sadece atlamadığınızda nasıl bir tarih yazmış olursunuz? Görmek isterseniz bugünkü batı medeniyetini her bakımdan bir gerileme olarak da görebilir ve yazabilirsiniz, ama görmek istemezseniz gerçekten yapabilecek bir şey yok.
Bugünlerde İslam tarihi hakkında atıp tutanların sergilediği tam bir tarih şuursuzluğundan ve sorumsuzluğundan başka bir şey değil. Kötü örnekler üzerinden toptancı bir kötücül İslam tarihini oryantalistler yapsa gam yemeyiz de bunu ilahiyatçılarımızın veya firarilerimizin yapıyor
olması çok garip kaçıyor.
Nerede söylemiş nasıl söylemiş bilmiyorum. Aslında önemi yok, şahsın da önemi yok, ama bu aralar çok müşteri bulan, özellikle firari söylemin bir ifade örneği olarak bir ilahiyatçıdan naklen şöyle bir whatsap mesajı düştü telefonuma:
“1400 yıldır Müslümanlar ne ideal seçim sistemi geliştirebildi ne ideal yönetim örnekliği sergileyebildi ne de ideal devlet modeli ortaya koyabildiler. Henüz Hz. Muhammed’in vefat ettiği gün iktidar kavgası başladı ve en yakınındaki insanlar iktidar için birbirini boğazladı. O günden beri Müslümanların hâkim olduğu topraklarda zulüm, kan, çile ve göz yaşı hiç dinmedi? Sahabe arasında oluk oluk kardeş kanı aktı. İlk 4 halifenin 3’ü suikastla öldürüldü. Peygamberin torununu bile iktidar uğruna hunharca katlettiler. Onlara barış getiremeyen şeriat! bugün size mi getirecek? Müslümanların tarihindeki kanlı iktidar savaşlarını saymaya kalksanız sayfalar yetmez. Buna rağmen hala birileri kalkmış utanmadan şeriat, hilafet ve İslâm devleti gibi hezeyanlar dillendirebilmekte. Bu neyin hayalperestliğidir? Siz hiç mi tarih okumazsınız. Hayalini kurduğunuz şeriat, hilafet ve İslâm devleti, tarihin hiçbir döneminde kurulmadı, kurulamaz da, hayalperestliğin anlamı yok, anayasal güvencenin kıymetini bilin ve oturun oturduğunuz yerde.”
Bu ifadelerin hangisini tutup hangisine vuracaksınız? 1400 yıldır Müslümanların ortaya koyduğu hiçbir ideal yönetim örnekliği veya ideal devlet modelinin olmadığını söylemek, öncelikle insanın olduğu yerde ideal bir model varsaymak, tarihi, insanı yine ıskalamanın bir başka örneği.
İdeal devlet modelini Platon ortaya koydu, sonra onu takip eden Farabi. İkisi de adı üstünde “ideal”. Gerçek olamayacak kadar ideal. İslam ise gerçeklerden hiçbir zaman kopuk olmayan bir dindir. O en ideal İslam devleti tasarımı yapmış olmakla eleştirilen Seyyid Kutub’un el kitabı mahiyetindeki “Din Budur” kitabını bir okuyun isterseniz. Size dikensiz gül bahçesi mi vaat ediyormuş İslam? Size bu dünyada ebedi devam edecek bir mükemmel ütopya mı vaat etmiş veya ediyor? Hiç kimsenin ölmediği, herkesin herkesle elele tutuşup birlik olduğu bir yeryüzü cenneti mi?
Onca zamandır İslami ilimlerin tedris edildiği atmosferlerde yaşayıp bu en temel gerçeği anlayamamış olmak... Müslümanların da melek değil insan olduğu, hâkim oldukları yerlerde de meleklerin veya “ideal” insanların değil hırslarıyla, zanlarıyla, öznellikleriyle, tarihsellikleriyle insanların yaşadığını, insanın olduğu hiçbir yerde iktidar mücadelelerinin, hırsların, şeytanın, nefsin, dolayısıyla mücadelelerin de eksik olamayacağını anlamadan, kısaca bizatihi insanı anlamadan, İslam tarihini nasıl anlayacaksınız?
Belli, evin içinde kötü bir tecrübe yaşamışsınız, hayaller kurmuşsunuz, insanüstü kahramanlar varsaymışsınız, cennetsi ütopyalar ummuşsunuz, ama bulduğunuz şey etten kemikten, hesapları olan, inanlar arasında çarşıda pazarda dolaşan ve yeri geldiğinde çıkarları için kavga da edebilen insanlar olmuş.
İslam tarihinde iktidar mücadelelerinin tarihini okuyup oradan bugüne hayal kırıklıkları taşımak ile, bugün gördüğü Müslümanlarda ideali bulamayınca hayal kırıklıkları yaşamak.
Hadi sıradan insan bunu yapsın, anlarız. Ama tarihçinin, hele ilahiyatçının bunu yapması da ne oluyor? İnsanı bilmeyen, tarihini nasıl bilsin?
Yaşının ORJİNALİ için bakınız:https://www.yenisafak.com/yazarlar/yasin-aktay/insani-bilmeyen-tarihi-nasil-bilsin-4562278
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Hikmet Akademisi'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.